Geçen yüzyılda, ellili yılların ortasında Şurûtu’n-Nahda (Kalkınmanın Şartları) isimli eserini okuyarak Malik bin Nebi’nin fikirleriyle tanıştığımda, onun özellikle “sömürüye elverişli olma durumu”nu ifade eden el-qâbiliyye li’l-isti’mâr (colonisabilité; sömürülebilirlik) kavramsallaştırmasıyla karşılaştığımda entelektüel şoka uğramıştım. Bu kavram hakikaten çarpıcıydı, çünkü olayları/ dünyada olup bitenleri anlamak için aykırı bir yorum içermekteydi.

O tarihlerde İslam âlemi olarak anti-sömürgecilik ve sömürgecilere karşı nefret duyguları içinde yüzüyorduk. Maruz kaldığımız tüm musibetleri onlara fatura ediyorduk. Bu adam çıktı ve sorunlarımıza yeni bir tasavvurla yaklaştı ve bu yeni yaklaşımına “el-qâbiliyye li’l-isti’mâr” adını koydu. Sorunlara yaklaşım tarzı ve üslubu kelimenin tam anlamıyla “yeni” olmakla birlikte, Kur’an ile sıkı irtibatım sebebiyle bu kavramı hiç yadırgamamıştım.

Benim bu karşılaşmadaki durumum aynen Celaleddin Rûmî’nin Şemseddin Tebrîzî ile karşılaşması gibi oldu. Zira o da ilk karşılaşmalarında Rûmî’nin düşüncelerinde derin bir değişime yol açmıştı. Nitekim Rûmî bu durumu şu şekilde ifade etmişti: Bu ateş eski yazılarımızı yakıp kavurdu!

Malik bin Nebi’nin gerçekleştirdiği bu fikir inkılabının tezahürleri kısa zamanda alanda görülmeye başlandı. Zaman geçtikçe kıymeti ve kudreti daha iyi anlaşılan bu yeni fikri eleştirenler olduğu gibi savunan kalemler de oldu. Bin Nebi daha o zaman soyut fikirlerden ve kişilere bağlı fikirlerden söz ediyordu. Israrla fikirlerin sahiplerinden soyutlanmasını istiyordu. İnsanın, kendisi buna bizzat boyun eğmedikçe/ benimseyip içselleştirmedikçe düşmanın gücüyle asla zelil/hor duruma düşürülemeyeceğini ve sömürülemeyeceğini savunuyordu.

Malik, Şurûtu’n-Nahda isimli eserinin başına şöyle bir sembolik anlatım koymuştu:

“Âdem, yeryüzüne indirildiğinde orayı vahşi hayvanlarla dolu gördü. Kendisi ise bütün kâinat önünde anadan uryan, zayıf ve savunmasız idi. Yeryüzündeki tüm canlılar hayata başlama açısından insandan çok daha kıdemli idi. Âdem bu durumu Rabbine şikâyet etti. Rabbinin cevabı ise şu şekilde geldi: Sana akıl verdim. Sen bu akılla gökte uçabilir, en derinlere dalabilir, tüm vahşi hayvanlara meydan okuyabilirsin!”

Benzer bir alegoriyi Muhammed İkbal’in Şekvâ ve Cevâb-ı Şekvâ (Şikâyet ve Şikâyete Verilen Cevap) isimli kasidesinde buluruz. İkbal Müslümanların durumunu Rabbulâlemin’e şikâyet etmiş, düşmanlarının Müslümanlara nasıl boyun eğdirdiğini dile getirmiş ve “Nerede va’din/sözün Yâ Rabb!” diye tazarru etmişti. Kasidenin Şikâyete Verilen Cevap başlıklı bölümünde ise Rabbulâlemin’in İkbal’in bu serzenişine verdiği cevap aktarılıyordu: Ey Adam! Senin bu şikâyeti yapabilmen Hâliq’in/Yaratıcı’nın senin içine yerleştirmiş olduğu kudretin ispatıdır!

Bütün bu derin düşünceler, insanın gücünün/ otoritesinin, yeryüzüne halife/ yönetici olarak atandığının ispatıdır. Aynı şekilde, insan onlara teslim olmadığı sürece şer güçlerinin insan üzerinde gerçek bir otoritesi olmadığını da göstermektedir. Allah’ın kulları üzerinde güç ve otorite kurabilecek kimse yoktur, bilakis onlar kendilerine tâbi olanların üzerinde otorite kurarlar.[1]

Ben İkbal’in ve Malik’in fikirlerinden ziyadesiyle mutlu oluyorum. Ancak, onların fikirlerini beğenenler çok olsa da gerçekten bu fikirleri anlayanlar maalesef azınlıktadır. İkbal’in fikirlerini şatahat olarak görenler olduğu gibi Malik’in analizlerini de muğlak bulanlar mevcuttur. Ancak, Malik ile İkbal’in fikirleri artık âfak ve enfüs âyetleri (iç ve dış dünya gerçekleri) tarafından desteklenir olmuştur. Tarih alanında araştırma yapan uzmanların ortaya koyduğu sonuçlar ve yasalar da bu iki düşünürün fikirlerini doğrulamaktadır.

İnsanın yeryüzünde birçok alandaki geleceğine ilişkin projeksiyonlar Allah’ın vaatleriyle örtüşmektedir. Her gün farklı düşünürlerin ortaya koymuş olduğu ve sağlam adımlarla ilerleyen, yüce himmet sahibi, parlak ve gerçek fikirler göstermektedir ki; Allah Teâlâ’nın âdemoğluna üflemiş olduğu ruhi kudret sebebiyle insan zillete asla boyun eğmeyecektir… Allah zelil/ düşkün bir varlığı veli/vekil olarak yeryüzüne atamaz![2] Veli olarak atadığını birini de zelil etmez. Ona düşmanlık edeni de aziz (saygın ve güçlü) kılmaz…

[1] Bu cümle şu âyet-i kerimeden iktibas edilmiştir: “Kullarım üzerinde senin bir üstünlüğün (gücün, yetkin) yoktur. Rabbinin onlara vekil olması yeter.” (İsra 17:65).

[2] Bu ibare şu âyet-i kerimeden iktibas edilmiştir: “… Yetki kullanmada ortağı yoktur. İhtiyaçtan dolayı edindiği bir velisi de yoktur. O’nun büyüklüğünü iyi kavra. O’nu yücelttikçe yücelt.” (İsra 17:111).