Mecid Mecidi’nin “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminin vizyona girmesinden sonra sinema tekrar gündemde.
Allah’ın Elçisi filminin fragmanlarını ve Mecidi’nin önceki filmlerini görünce bir kanaate vardığımı söyleyebilirim.
Yapımcılığını ve yönetmenliğini Arap asıllı sinemacı Mustafa Akkad’ın yaptığı “Çöl Aslanı Ömer Muhtar” ve “Çağrı” filmleri, dünya sinemasında İslami konulu filmlerde bir zirveyi ifade eder. Mecidi filmi, ne yazık ki bu kriter üzerinden de not kaybediyor.
O filmlerdeki tiplemeler, müzik ve ışık “coşku” odaklıdır ve büyük ölçüde kahramanlık mitosu üzerinden yürür. Filmlerin ses, ışık ve karakter tonları, hikâyenin tarihsel önemi derecesinde vurgulu ve seyirci için tatminkâr bir heyecan içerir.
Mecidi sineması tıpkı diğer İran filmlerinde olduğu gibi naif, ince, hüzünlü insan hikâyelerine ve ruh analizlerine yaslanır. Işık, müzik ve karakterler de istemeden bu naiflikten fazlasıyla nasibini alır. Mecidi’nin Hz. Muhammed’in(sas) doğumundan itibaren çocukluk evresini ele almış olması da sinema dilinde ayrıca bir inceliğin perdeye yansımasını zorunlu kılmış.
30 milyon dolarlık maliyetle sekiz yılda ortaya çıkan eserin beklentileri karşılamamasını büyük ölçüde İran sinemasının sanat anlayışında aramak gerekir. Başka bir husus da filmin Müslüman izleyici yanında evrensel bir duygu diliyle Müslüman olmayanlara da beğendirilmeye çalışmış olması. Bu kaygı, öyle anlaşılıyor ki klişe çağrışımlı bir mimari estetiğin Meryem oğlu İsa figürü üzerinden yerleştirilmek istenmesini doğurmuş.
Karakterlerdeki ve hatlardaki bu çekingenlik ve gölgeli, puslu renkler Batı’nın fobilerini izale edemez.
Fakat bu film ile Mecidi bize de görevlerimizi hatırlatmış oldu.
Türk sinemasının bugüne kadar ürettiklerine bakarak bu saatten sonra üstesinden gelinemeyecek projenin olmadığını düşünürüm.
Sinema da mı devlet eliyle yürüyecek? Bugün elli-yüz milyon bütçeli filmler için kaynak ayıracak yatırımcılar çıkacaktır. Fakat sinema, özel girişimci açısından hâlâ kâr-zarar hesabı üzerinden ele alındığı için kısa vadede de büyük projeler göremeyeceğiz. Her şey devletten beklenir. Tarih boyunca sanat, devlet desteği ve himayesi ile yapılabilmiştir. Bu olgu, sanatın devlete bağımlı olmasını da her zaman zorunlu kılmaz. Devlet, kadim misyonunun farkında bir irade olduğunu hissettiği sürece aslında sanat üzerinden de var olacağını bilir.
Devlet açısından bakıldığında kudretin, kalıcılığın, evrenselliğin ve tarihi misyonun temel göstergelerinden bir de sinemadır.
Bugün tarihin bizden beklediği projeler için başlamanın tam zamanıdır. Henüz tarihteki var oluş ve kuruluş süreçlerini çekememiş bir millet olduğumuzu bilelim. Son yıllarda televizyonlar için yapılan dizilerin dolaşımını gördükten sonra bütün dünyaya dağılacak seriler yapmalıyız. Önümüzdeki on yıl için büyük projelerimizi planlamalı ve çalışmalara başlamalıyız.
Kendi adıma, öncelikle Türk sinemasının bir mitoloji serisi, bir tasavvuf serisi, bir kurucu kahramanlar serisi ve bir bilgeler serisi projeleri olmalıdır. Dünyada hiçbir medeniyetin sahip olmadığı kadar renkli bir kültür tarihi, dünyanın başını döndürecek eserler ortaya çıkaracaktır. Bahsettiğim bu ana başlıkların her birinin içi dopdolu. Her biri için onar proje üretebiliriz. Birinden başlamalıyız…