Büyük bedeller ödeyerek çağa ve hayata şahitlik eden ‘şehîd’leri unutmamak, şehadet yıldönümlerinde onları hayırla yâd etmek, asgari vefa borcumuzdur. Bu hafta çağının şahidi/şehidi merhum Seyyid Kutub’u, Türkiye’yi işgal girişimine taşeronluk yapan örgütün elebaşının bir konuşmasında kendisine atıf yapması sebebiyle, Seyyid Kutub’u ve fikirlerini doğru anlamaya ve istismarcıların onu kötü emellerine alet etmemesine katkı sadedinde şehadetinin kırkıncı yıldönümünde birlikte hatırlamayı elzem gördüm.

On yılı aşkın bir süre hapiste kalıp tahliye edildiğinde ilk kaleme aldığı “Meʻâlim fi’t-Tarîk’: Yoldaki İşaretler” isimli eserinde savunduğu görüşleri ve bir grup İhvân-ı Müslimîn mensubuyla birlikte bütünüyle kapatılmış olan teşkilatı yeniden canlandırma faaliyetlerine katıldığı gerekçesiyle 9 Ağustos 1965’te tekrar tutuklanan Seyyid Kutub, idam cezasına çarptırılarak 29 Ağustos 1966’da şehid edildi. İdamından önce Cemal Abdunnâsır’dan özür dilemesi halinde affedileceği teklifini reddeden merhumun cesedi bilinmeyen bir yere gömüldü.

Seyyid Kutub üzerine bir hayli yazı yazılmış, Türkçeye çevrilen eserlerinde şahsiyeti ve fikriyatı hakkında güzel mütalaalar yapılmış olmakla birlikte, bu yazımızda Beyan Yayınları’nın Arapça metniyle karşılaştırmalı olarak yayına hazırladığı “Efrâhu’r-Rûh: Ruhun Sevinci” isimli risaleden, onun fikriyatına ışık tutan çarpıcı bazı cümleleri özetle iktibas etmeyi daha yararlı buldum.

UYANIŞ İÇİN VAHYİN IŞIĞINDA SORUNLARLA YÜZLEŞMEK

Mehmet Yaşar’ın Türkçeye çevirdiği eserin takdim kısmında Adnan Demircan hoca, merhum şehidin fikriyatını ve onun fikirlerine karşı takınılan tavırları şu şekilde özetlemektedir:

“Seyyid Kutub’un çabası, etkileri hâlâ devam eden İslâm dünyasının sömürüye maruz kalması, Müslümanların kendi medeniyetlerinin bilincinde olmamaları ve taklitçilikle mücadeleye yönelikti. Onun yazdıkları ve yaşadıkları modern dönemdeki İslâmî hareketleri beslemişse de bazı hareketlerin merhum Kutub’un yazdıklarının çok uzağına savruldukları bir gerçektir.

İslâmî hareketler hakkında yapılan çalışmalarda Seyyid Kutub’un görüşleri ve etkisi mutlaka dikkate alınmaktadır. Elbette onun görüşlerinden etkilenen kişiler ve gruplar olduğu gibi onu eleştirenler de vardır. Hem geleneksel anlayışın dışında bir yaklaşımla Kur’ân’ı tefsir ettiği için hem de zaman zaman gelenek eleştirisi yaptığı için farklı çevrelerin eleştirilerine muhatap olmuştur. Ancak onun Kur’ân’a ilişkin yaklaşımı ve vurguları, vahyi günümüz insanıyla buluşturan, sorunlarıyla yüzleşirken vahiyden destek alması gerektiği uyarısını yapan önemli bir fonksiyona sahiptir. Kitaplarının ve görüşlerinin etkisi dikkate alındığında, İslâm dünyasındaki İslâmî uyanışı besleyen en önemli düşünürlerden biri olduğunda kuşku yoktur.” (Demircan, 2016:6).

RUHUN SEVİNCİNİ YAŞAMAK VE ALLAH’TAN RAZI OLMAK

Seyyid Kutub’un, kardeşi Emine Kutub’a hapishaneden gönderdiği mektuplardan oluşan Ruhun Sevinci isimli risalesinde; Allah’a teslimiyet, değerlerinden ve kimliğinden emin olma, ölümden korkmama, sevgiyi esas alma, kibre kapılmama, özgürlüğü sorumluluktan kaçmayla karıştırmama, amaç gibi aracın da mubah olması gerektiğini idrak etme gibi bir çok konu hakkındaki damıtılmış fikirlerini paylaşmaktadır:

“Sevgili kardeşim… İçimden geçen bu düşünceleri sana ithaf ediyorum. Ölüm düşüncesi sürekli zihninde yer etmekte, her yerde, her şeyin ardında onu görmekte ve onu hayat ve canlılar üzerinde devam eden zorba bir güç olarak hayal etmektesin. Buna karşılık hayatı ise cılız, ürkmüş, korkuyla dolu olarak görmektesin. Ben ise, ölüme bir an baktığımda onu, hayatın taşkınlığı, coşkunluğu, bolluğu karşısında zayıf ve yorgun görüyorum. Neredeyse hayat sofrasından düşen kırıntıları toplama dışında bir şey yapamamaktadır!

Hayat, sürekli bir canlılık ve akıntı içerisinde devam ediyor. Sayıca ve çeşitçe, nitelik ve nicelik olarak her şey bir ilerleme içerisindedir. Şayet ölüm bir şey yapabilseydi, hayatın ilerlemesini durdururdu! Ölüm, taşkın, coşkun, hayatın kuvveti yanında yorgun ve cılız bir güçtür. Hayat, ‘Hayy: Diri’ olan Allah’ın gücüyle sürekli akmakta ve ilerlemektedir!

Hayat, yılların sayısına göre değil; şuurun değeriyle yaşanır. Her ne kadar realistler bu durumu bir kuruntu olarak görse de bu onların tüm gerçeklerinden daha doğru bir hakikattir. Çünkü hayat, insanın ona karşı duyduğu şuurdan başka bir şey değildir.

Artık ölümden korkmuyorum, şimdi gelse bile! Çünkü gücüm nispetinde yapabileceğimi yaptım. Eğer yaşarsam yapmak istediğim çok şey var. Ama yapamazsam üzüntüden kahrolmayacağım. Çünkü başkaları bunu gerçekleştirecektir. Zira bekayı hak eden fikirlerin ölmeyeceğine inanıyorum. Ben, bu yaratılışı gözeten ilahi takdirin, sağlam fikirlerin ölümüne izin vermeyeceğinden eminim.”

SEVGİ TOHUMUNU EKİP İYİLİK AĞACINI BÜYÜTMEK

“Biz başkaları için yaşamaya başladığımızda bu hayatı kendimiz için dolu dolu yaşamış olacağız. Başkalarına karşı hislerimizi arttırdığımız ölçüde, hayatımıza yönelik iyilikleri arttıracak ve nihayetinde bu hayatı arttırarak yaşamış olacağız.

İyilik ağacı, musibete karşı dirençli, fırtınaya karşı dayanıklı, kendi yavaş gelişimi içerisinde bir serpilme içerisindedir. Kendisine saldıran şer ağacının diken ve eziyetlerini umursamaz.

Kötülük, insanların hayatın bekası karşısında direndikleri sert bir kabuktan başka bir şey değildir. Kendilerini güvende hissettiklerinde o kabuk yarılır ve nefsin arzuladığı bir meyveye dönüşür. Bu tatlı meyve; insanlara güven veren, sevgisinde sadık olan, zorluklarına, acılarına, hatalarına ve saflıklarına karşı gerçek şefkatini gösteren kişilere açılır. İşin en başında biraz hoşgörülü olma, tüm bunların gerçekleşmesinin garantisidir.

Her insanda, iyi bir sözü hak edecek iyi bir yön ve güzel bir meziyet vardır. Ancak nefislerimize sevgi tohumu ekmeden bu gerçeği göremeyiz. Eğer iyilik bizim nefislerimizde olgunlaşmamışsa başkalarına kin besler ve onlara karşı korkuya kapılırız.

İyilik, sevgi tohumu ve hayır arzusu içimizde büyüdüğü gün, başkalarına güvenimizi, iyiliklerimizi ve sevgimizi verebileceğiz.”

HEDEFİ BÜYÜK TUTMAK, AMA ASLA BÜYÜKLENMEMEK!

“Gerçek büyüklük; insanlara karışıp hatalarına, noksanlarına ve zayıflıklarına karşı hoşgörünün geniş iklimini ve iyiliğini göstermek, kötülüklerden temizlenmeleri, eğitilmeleri ve gücümüz nispetinde bizim seviyemize gelmeleri için büyük bir arzu içerisinde olmaktır. Bunun anlamı; büyük hedeflerimizden, yüce örnekliğimizden vazgeçme veya o insanların içinde bulunduğu kötü durumu övme ve onlardan daha üstün olduğumuzu hissettirme değildir. Gerçek büyüklük; tüm bu karışık durumlar karşısında başarılı olma ve hoşgörüyle bu başarının gerektirdiği gayreti göstermektir.

Saf mutluluk, biz henüz hayatta iken fikirlerimizin ve inançlarımızın başkalarına ait olduğunu kabul etmenin getirdiği doğal kazançtır. Ölümden sonra olsa bile bu fikir ve inançların başkalarının azığı olacağı düşüncesi kalplerimizi rıza, mutluluk ve güvenle doldurmamız için yeterlidir.”

KESRETTE VAHDETİ, KÂİNATTAKİ TEVHİDİ GÖREBİLMEK

“Sadece küçükler, çeşitli görüntülere sahip güçler arasında bir zıtlığın olduğuna inanır. Bu yüzden, din adı altında ilme veya ilim adı altında dine saldırırlar. Amel adı altında sanatı, tasavvufi akide adı altında da dinamik hayatı hakir görürler. Çünkü bunlar, tüm güçlerin toplandığı evrenin hâkimiyeti altında olan bu güçleri bağımsız ve birbirlerinden koparılmış görürler. Ancak büyük önderler, bu birlikteliğin ve uyumun bilincindedir. Zira onlar bu öz kaynağa tutunmuşlardır ve ondan beslenirler. Bunların sayıları çok azdır. İnsanlık tarihinde de az olmuşlardır. Hattâ çok ender kişilerdir. Ancak buna rağmen yeterlidirler. Çünkü bu kâinatı gözetleyen güç, onları şekillendirmekte ve mukadder olan vakitte istenileni ortaya çıkarmaktadır.”

VARLIĞIN KAVRAYABİLDİKLERİMİZDEN İBARET OLMADIĞINI İTİRAF ETMEK

“İnsan aklına duyulan saygı açısından dahi olsun, hayatımızda algılayamadığımız konuların olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu vehme ve hurafeye bağımlıların yaptıkları gibi işlerimizi belirsizliğe bırakmak için değil, bilakis bu kâinatın azametini kavramak ve bu büyük kâinat karşısında kendi sınırlarımızı bilmek içindir. Bu sayede insan ruhunda çok fazla marifetlerin açılması mümkün olacaktır. Böylece bugüne kadar aklımızla idrak ettiğimiz çoğu şeyden daha büyük ve daha kuşatıcı bilgilerin bilincinde olmamız mümkün olur. Her gün bilinmeyen yeni şeyleri idrak etmemiz bu gerçeği göstermektedir.

Bizler Allah’ın bu varlıktaki mutlak azametini kavradıkça, kendimizi de yüceltmiş oluruz. Zira biz azamet sahibi Yüce Allah’ın sanatıyız! Kendi vehimlerince ilahlarını küçülterek veya inkâr ederek kendi kıymetlerini arttıracaklarını sanan kimseler, yakın ufuktan başka bir şey görmeyen zavallı kimselerdir. O kimseler, insanın zayıflık ve acizliğinden dolayı Allah’a yöneldiğini sanır. İnsan şimdi güçlü olduğuna göre bir ilaha boyun eğmesini gerektiren bir şey yoktur! Sanki zayıflık basireti açıyormuş, güç ise kapatıyormuş gibi… Oysa insana yaraşan Allah’ın azameti karşısında hislerini arttırması ve gücü arttıkça bu gücün kaynağını idrak etme hususunda daha ileriye gitmesidir. Müminler Allah’ın mutlak kudretini kabul etmeyi zayıflık olarak görmezler. Tam tersine bunu izzet ve güç olarak algılarlar. Zira onlar bu evrenin dayandığı büyük güce dayanırlar.”

ÖZGÜRLÜĞÜ SORUMLULUKTAN KAÇMAYLA KARIŞTIRMAMAK

“İnsanın zillet, baskı ve zayıflık prangalarından özgürleşmesi ile insanî sorumluluklardan özgürleşmesi arasında temelde bir fark vardır. Birincisi, gerçek özgürlüktür. İkincisi ise, insanı ağır hayvanî prangalardan kurtaran ve onu insan yapan değerlerden uzaklaştırmaktır! Şüphesiz bu aldatıcı bir hürriyettir. Çünkü bu, gerçekte hayvanî isteklere boyun eğme ve köleliktir. O ilkeler ve düşünceler -dinamik bir akide olmadan- içi boş kelimelerdir veya en fazla ölü manalar olabilir. Bize hayatı bahşeden, insanın kalbinde parıldayan bu imanın sıcaklığıdır. Başkaları, parıldayan bir kalpten gelmediği sürece donuk bir zihinden gelen ilkelere veya fikirlere asla iman etmeyecektir.

İnsan ruhu üzerinde vücut bulmayan, yeryüzünde insan suretinde hareket eden bir canlıya dönüşmeyen bir fikir devam edemez. Aynı şekilde bu konuda kalbini, ihlas ve içtenlikle inandığı bir düşünceyle inşa etmeyen bir şahsın varlığı da olmayacaktır.”

AMACA GİDEN HER YOLUN MUBAH OLAMAYACAĞINI İDRAK ETMEK

“Kötü bir yöntemle yüce bir gayeye ulaşabilmemizi düşünebilmem zordur! Yüce gayeler ancak temiz bir kalpte canlanır. Böyle bir kalp nasıl olur da kötü bir yöntemi kullanmaya tahammül eder? Böyle bir gayeye nasıl yönelebilir? Kıyıya ulaşmak için çamurlu bir yoldan yürürsek kıyıya vardığımızda kirlenmemiz kaçınılmazdır. Çamurlu yol, ayaklarımızda ve yürüdüğümüz yerlerde izlerini bırakacağı gibi kötü yöntemleri kullandığımızda da aynı durum söz konusu olacaktır. Kir, ruhlarımıza yapışacak; kirlerin izleri ruhlarımızda ve ulaştığımız hedefte izlerini gösterecektir.

Ruha göre araç, amacın bir parçasıdır. Ruh âleminde bu farklılıklar ve bölünmeler yoktur. İnsanın bilinci, temiz bir amaç hissettiği zaman buna ulaşmak için kötü bir yönteme tahammül etmez. Aslında fıtratı gereği böyle bir yöntemi kullanmaya yönelmez. “Amaca giden her yol mubahtır!” anlayışı Batı’nın ‘büyük hikmet’idir! Zira Batı, zihniyle yaşar. Zihin dünyasında ise araç ve amaç arasında bölünmüşlük ve farklılıklar bulunabilir…”