Geçen gün Beyazıt Sahaflar Çarşısı’na uğradım, ana baba günüydü. Malum okullar açıldı; geneli üniversiteli olmak üzere öğrenciler doldurmuştu o küçücük alanı. Benim de pek farkım yoktu, birkaç hukuk ders kitabı alacaktım zaten. Bir de bi’ dergiye bakacaktım. Sevdiğim, ismini bilmediğim, üniversite tarafından giriş yapınca solda kalan bir sahaf var; ilk oraya girdim, sahibinin bulunduğu masaya ilerledim yahut kasaya, her neyse. Kollarımı masaya dayadım, başımı üstüne koydum ve “Selamun aleyküm” dedim Bir senedir, belki daha fazla vakittir gelmiyordum bu sahafa. Çok babacan, pek şefkatli, epeyce heyecanlı bir “Aleyküm selam!” geldi sahaf amcadan. Şaşırmıştım, selam vermiyor muydu kimse burada, yoksa amca selama mı âşıktı? İkisi de muhtemel gözüktü, bir süre duraksadım, amcaya baktım, ne diyeceğimi unuttum bir an için. Neyse ki rezil olmadan derginin ismini ilettim sevgili sahaf amcaya. Yoğ -yok değil yoğ- imiş. Ne çok istemiştim orada olmasını oysa. Neyse. İki dükkân yana gönderdi orada vardır deyip; orada da bulamayınca canım sıkıldı yıl içinde ortalıktan kaybolan bu kalabalıktan. Çıkışa yöneldim, çıkışta yıllardır minik mi minik -tabi büyükleri de var- şirin mi şirin, pek desenli, çok şenlikli defterler satan amcayı gördüm, bir iki defter aldım bir iki liraya. Seviyorum burayı.

Üsküdar’da Sahaf Festivali başladı geçen Cumartesi günü, üstelik 2. senesi. Geçen sene gittiğimde bir sahaf abi üç gün sonra tekrar gelirsem İlhami Çiçek’ten bir şeyler getireceğine söz vermişti bana. Getirmedi. Epey de yol gitmiştim oysa ora -oraya değil ora- varmak için, unutmuş. 25 Ekim’e kadar sürecek nasipse festival. Ne kadar festival havasında geçiyor, orası tartışılır. Zaten festival ne bilmiyorum, bizim köyde yok öyle şeyler. Gerçi bizim köyümüz de yok ya, neyse. Güzel bir sitesi var Üsküdar Sahaf Festivali’nin, bi’ bakın isterseniz. Ben sevdim.

Sahaf sahaf deyip duruyorum, Muzaffer Ozak (k.s.) efendi geldi hatırıma. Rahmet olsun, himmet olsun. Ben çok tanımam, bir güzel arkadaşım var o anlatır ara sıra. Bir de zikirleri, meşkleri pek tatlı. Sık sık dinlerim. Başka çıkar yol bulamadım, çıkar tüm yollarda belediye çalışma yaptığı için verdikleri rahatsızlıktan ötürü özür dileyip duruyor zaten. Belediyeleri anlamıyorum. Yağmur yağınca elektrik gidiyor bizim burada. Yağmur kesilince sular gidiyor. Yok, yok hiç anlamıyorum. Önce kendimi sonra belediyeleri sonra tekrar belediyeleri anlamayıp öyle karşıya geçiyorum bazan. Evet, evet bazan, bazen değil.

Bunları niye anlattım? Öylesine. Zaten okurun vaktini çalmaktan başka derdim yok. Şaka şaka, benim vaktim bana çok. Ben ‘duman adam’lardan (Bakınız: Momo / Michael Ende / Kabalcı Yayınları) mıyım vaktinizi alayım? Değilim. Derdimiz tebessüm. Şu yağmurlu, gri sonbahar günlerinde (yani İstanbul’da böyle geçiyor günler) ve üstelik herkes ülkemizin üstüne üstüne gelmekle yetinmeyip boğazınıza yapışmış bırakmazken “Ben dervişim diyene bir ün edesim gelir” yani.

Ne diyorduk? Orhan Pamuk ne diyordu? Bilmem. Yalnız ve güzel ülkem Türkiye’ye diyecek çok bir şeyim yok. Olmaması çoğu zaman daha iyi gibime geliyor. Mesela bakın diyecek hiçbir şeyim yokken bu kadar kelime ardı ardına kovaladı birbirini. Ya diyecek bir şeyim olsaydı gerçekten. O zaman işte -burası pirimiz Nasreddin Hoca gibi söylenecek, nasıl söylüyor bilmiyorum ama- vay halimize!