Kültürün sergi nesnesine, sanatın da uçlarda yaşamanın sahnesine dönüştüğü bir dünyada sanat neye yarar?
Sanatın neye yaradığını anlamak için sanatın ne olduğuna bakmak gerek kanımca. Malum, yaşadığımız çağ kelamın mananın önüne geçtiği bir çağ. Mefhumların tatile gönderilip lafızların hüküm derman dinlettiği bir çağ. Bu derece kelama bulandığımız bir çağda oturtmak gerek lafzı da mefhumu da yerli yerine. Aksi takdirde çıkamayız işin içinden.
Tanımı yapıldığı günden bugüne sanat, yararlılık ilkesiyle kavramsallaştırılmıştır. İdealar dünyasının prensi (Eflatun), sanata necaset gibi bakıp pislik gibi davranmıştır. Çünkü onu yararsız görmüştür. Öğrencisi Aristo ise yararlı olabileceğini vehmederek, sanatı kullanmaktan yana oy vermiş ve trajedi/dram geleneğini yükseltmiştir. Bir nevi sanatı “tanrılar” (titanlar da diyebiliriz) katından insanların hizasına indirmiştir. Bunu yaparken ölçütü yine yarar olmuştur. Aynı ölçüt Pagan kültürü sonrası Batı’da Hıristiyan sanatında da devam etmiştir. Bugüne gelindiğinde ise, sanatta yararlılık ilkesi başat rolde değildir artık. Bir yarar düşünülerek ya da düşleyerek sanat yapılamamakta Batı’da. Propagandist sanat çalışmaları yok diyemeyiz ama bunlar ferdi/fevri çalışmalarla sınırlı sadece.
Batı’da bunlar olurken Doğu’da ve İslam coğrafyasında neler oluyordu peki? Doğu’da neler olduğu hakkında oryantalist açılımların ötesinde pek bir malumatımız yok. Ama bildiğimiz kadarıyla orada da yararlılık ilkesi başrolde. Minyatürlerden mimariye insanları etkileme ve yönlendirme işi sanat. Doğuda manzara böyleyken İslam dünyasında da durum çok farklı değil. Müslümanlarda sanatı ihtiyaçların karşılığı bağlamında kullanmış, bunu bugüne kadar da devam ettirmişlerdir. İslam dünyasındaki Batıcıların dışında sanata yüklenen anlam değişmemiş ve sanat hayatın önemli bir cüz’ü olarak yaşamaya devam etmiştir.
Şu an gelinen noktada sanatın neye yarayıp yaramadığını tartışmak için sanat kabulleri arasında bir ayrıma gitmek ve at iziyle it izini birbirine karıştırmamak gerek. Hiçbir yararın gözetilmediği ve salt kendi varlığı için yapılan sanatın bu yazının bağlamında yeri yoktur diyebiliriz. Bu durumda elimizde tek seçenek kalıyor. Yarar gözetilen ya da bir yaraya parmak basan sanat. Gerektiğinde tekere çomak sokan sanat. Ya da insanın iç dünyasını güzelleştiren sanat. Dışına da neşe saçan sanat.
Asıl meseleye gelmek için sıkıcı hazırlık paslarını kenara bırakıp golü çatala takmanın sırasıdır artık (Aksi takdirde bu yazıyı hiç bitmeyecek).
Başlıktaki soruyu tekrar soralım. Sanat neye yarar? Niçin sanat diye bir şey var? Modern toplumlardan arkaik yaşam biçimlerine, metropol şehirlerden balta girmemiş ormanlara insanın olduğu her yerde neden sanat var? Handiyse lüksün göstergesi kabul edilen sanat zengin-fakir herkesin hayatında neden var?
Sanatın neye yaradığına girmeden ‘yarar’ kelimesine bir göz atmak istiyorum (yeniden hazırlık pasları). Pragmatist dünyanın çocukları yarar kelimesine tümüyle fiziki bir anlam yüklüyorlar. Yararı elle tutulur, gözle görülür kabilinden materyalist bir gözle ele alıyorlar. Halbuki yarar, hele de sanat söz konuşu olduğunda elle tutulur olmaktan çıkıp, insanın içsel aleminde matematiğe vurulamayan yararları sağlayabilir. Ya da ince bir tebessümle yaşamsal enerjinizin ayyuka çıkmasını sağlayabilir. Bunun nasıl gerçekleştiğine kişinin kendisi bile anlam veremeyebilir. Bu bağlamda yararı karın doyurmak ya da kazanç sağlamak olarak okuyanlara uzaktır bu yazı. Onlar da uzak olsunlar bu yazıdan.
Sanat maddi ve manevi boyutlarıyla insanı dönüşüme davet eder. Onu olduğu halinden daha güzel bir hale terfi etmeye çağırır. Bunu bazen sessizce bazen de bağırarak yapar -Bağırarak yaptığında bile kabalaşmadan yapar-. Ama mutlaka yapar. Yani kendi dünyasına davet etmeyen bir sanat yoktur. Çünkü sanatçı, dünyanın hır gürü içerisinde sıradanlaşamadan, sıranın dışında bir dünya kurmaya çalışır. Eğer kurmayı başarırsa o zaman eserleriyle kurduğu dünyaya bir davet gerçekleşir. Aslında sanat eseri dediğimiz şey, sanatçının nevii şahsına münhasır dünyasına bir davettir. Var olan bir şeyin taklidini de yapsa davettir, hiçbir şeye benzemeyen soyut bir kompozisyon da yapsa davettir. Bu davete sanatsever denilen güruh (sanat sevmeyen bir güruh yoktur) icabet ederek, o dünyaya katılır. Böylece bir kişinin (sanatçı) dünyası, başkalarının katılımıyla gerçek bir âleme dönüşür.
Sanatçı, eser ve alıcı ilişkisi özetle böyledir. Bu, hat sanatı için de geçerlidir, resim ya da film sanatı için de. Tümüyle yarar gözetilmiş olsun ya da tümüyle yararsız olarak kurgulansın fark etmez.
Bu ilişki biçimi çok yönlü yararı içinde taşır. Bu yarardan sanatçı başta olmak üzere, alıcı ve toplum herkes nasibini alır. Yapan için yararı, insanlara yarar sağlayacak bir şey ortaya koyarak, ağırlığını hakkıyla taşımasıdır. Zira Efendimiz (s.a.v.), “Sizin en hayırlınız insanlara en faydalı olanınızdır” buyurur. Bir başka yararı ise, taltif gördüğü takdirde kendine inancının artması, bunun da yaşama sevincini arttırmasıdır. Alan için yararı, iyi bir şeyin neşvünema bulup yaygınlaşmasına hizmet etmenin verdiği kıvanç ve güzelliğin kendisinde doğurduğu ümit kıvılcımlarıdır. Çünkü sanat eserinin, dünyaya umut pompalamak ve yeisi ortadan kaldırmak gibi bir gücü vardır. Toplum için yararı ise, bireylerinin sanatla uğraştığı bir düzlemde ortaya sağlıklı, incelmiş bir toplum çıkacaktır. Başkalarının yararını da düşünen, bencillikten arınmış ve terbiyenin basamaklarında irtifa kazanamaya çalışan bir kitle çıkacaktır.
Sanatın belki de en önemli yararı ontolojiktir. Ontoloji varlıkla, var olmakla ilgilidir. Sanat bu dünyanın kavranması ve anlamlandırılması noktasında dahili imkan sağlar kişiye. Bu durum Cemil Meriç’in şu sözünde vücut bulur: “Din, aşk ve şiir. Boşlukta yuvarlanan insanın yıldızlara attığı üç kement.” Ali Şeriati bu üçlemeyi, “din, irfan ve sanat” olarak formüle eder. Yani sanat da din gibi karşı konulmaz bir şekilde insanın yaratılışıyla ilgilidir. Bunu insanın olduğu her yerde olmasıyla rahatlıkla anlarız. Din ve sanat o kadar at başı gitmişlerdir ki tarihte, bunu görmemek mümkün değildir. Dinin yükseldiği her yerde sanat da yükselmiştir. Dinin zayıfladığı yerlerde sanat da gerilemiştir -Gerilememişse bile cismanileşmiş ve manevi yararlarından arındırılmıştır-. O kadar ki, sanatın iktidar ve güçle doğru orantısını yalanlayacak örnekler bulunabilir belki ama sanatın dinle doğru orantısını yalanlayacak hiçbir şey bulunamaz tarihte.
Sanatın bir başka önemli yararı mürebbiyeliğidir. Bu, unutulmuş ya da unutturulmuş bir yararıdır. Ahlaksızlığın sanat olduğu, hatta “Sanat ahlaksızlıktır” açıklamalarının yapıldığı bir dünyada anlaşılabilir tabi bu.
Evet, sanat insanı terbiye eder. Yapanın ruhunu terbiye ettiği gibi bakanın da gözlerini terbiye eder. Sanatla uğraşan kişi belirli bir silsilenin içine girer. Bu silsile tekamülü ifade eder. Sanat yapmak bir nevi eteklerinden başlayarak bir dağın zirvesine yükselmektir. Bu yükselme maddi olmaktan çok manevidir. Öğrenme sürecinde hocanız sizin rehberinizdir. Sarp yokuşlardan ve dipsiz vadilerden geçen Simurg’un yolculuğuna benzer bir yolculuktur sanat yolculuğu ve elinizden tutarak size zirveye çıkaran biri yoksa sanatın yol ve yolculuk oluşundan yoksunsunuzdur. Bu durumda sanat terbiye işlevini yerine getiremez. Bugünün sanat erbabının (çoğunun) manevi tekamül yerine süfli amellerle anılması bununla ilgilidir. Belirgin vasıflarının sanatlarından çok ahlaki zaaflarının olması buna bağlıdır. Çünkü böyle bir terbiye sürecinden geçememektedirler. Bu da, her şeyden önce kişinin insan olma-sına hizmet eden sanatın asli görevini omurgasız kılmaktadır.
Sanatın sayamayacağımız kadar çok yararı vardır. Ama meramı anlamak olanlara bu kadar yeter.
Allah sizi sanatsız kalmaktan korusun. Amin.