“… We tekûnû şühedâe ale’n-nâs…: Ve Allah uğrunda üstün çaba sarf ederek gereği gibi mücadele edin: O (mesajını hayata taşımak için) sizi seçti; ve O din konusunda sizi zora koşmadı. (Sizden tek istediği) atanız İbrahim’in inanç sistemine (tâbi olmanız). O sizleri bundan önce de bu vahyin (gelişinden) sonra da “Müslümanlar; Allah’a yürekten teslim olanlar” olarak isimlendirdi ki, Elçi sizin için iyi bir model ve tanık olsun, siz de insanlık için iyi bir model ve tanıklar olasınız. Şu hâlde, artık namazı hakkını vererek kılın ve zekâtı içten gelerek verin; bir de Allah’a sımsıkı bağlanın: O’dur sizin tek Efendiniz; O ne güzel koruyup kurtarıcı, ve O ne güzel yardımcıdır!”
(Hacc 22:78).
İslam dünyasının son yarım asrında önemli bir etki bırakmış ve çağına büyük bir ihlasla şahitlik etmiş olan fikir önderlerimizden şehid Seyyid Kutub’un Beyan Yayınları tarafından -editörlüğünü yaptığım “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde- Nisan 2017 tarihinde basılan “Kurtuluş Yolu” isimli risalesinden bazı bölümleri özetle iktibas ederek insanlığın kurtuluşu için örnek bir İslam toplumu inşa edebilmenin ne denli büyük bir ehemmiyete sahip olduğuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
Soyut çağrıyla yetinmeyip ortaya somut örnek koyabilmek
“İnsanlığın geleneğinde sadece okuduğu veya duyduğu bir yönteme olumlu cevap vermek yoktur. O yöntem kendisini yaşayan bir toplum suretinde göstermedikçe, toplumda vücut bulup temsil edilmedikçe, yöntemin özellikleri ve meziyetleri o toplum tarafından yaşanmadıkça bu mümkün değildir (s.47).
İslam hakkında binlerce kitap yazılsa; mescitlerde, salonlarda veya meydanlarda binlerce konuşma yapılsa; İslam’a davet hakkında binlerce film yapılsa, etrafa binlerce ekipler gönderilse; bütün bu çabalar küçük bir İslam toplumu kurmak için yeterli olmayacaktır. Yerkürenin herhangi bir yerinde İslami yöntemlerle yaşayan, İslami ilkeler için yaşayan, bu yöntemin özelliklerini yansıtan, İslami hayatın görünümünü temsil eden bir İslam toplumu bu yöntemle kurulamayacaktır.
Emperyalist haçlı ve Siyonistlerden oluşan küresel İslam düşmanları bu gerçeği çok iyi bilmektedirler. Bu gerçeğe olan derin bilgilerinden dolayı sınırlar dahilinde İslam hakkında kitap yayınlamaya ve İslami konuşmalara izin vermektedirler. Nadir de olsa İslam hakkında film yapmaya ve denetimli olarak İslami çalışma yapan ekiplere de izin vermektedirler. Ancak ellerinde bulundurdukları gizli-açık küresel gücü kullanarak yeryüzünün herhangi bir yerinde, hattâ okyanusta bir adada, küçük de olsa bir İslam toplumunun kurulmasına asla izin vermiyorlar! (s.49).
Çünkü onlar bunun İslam’ın “varlık” bulması için tek gerçek yöntem olduğunu biliyorlar. Onlar İslam’ın varlığını derinlemesine ve uzun uzadıya incelediler, çünkü uzun zamandan beri Müslüman toplumları ve İslam coğrafyasını işgal ederek sömürgeleştirmeyi hedeflerine koymuşlardı. Bu hedefleriyle kendileri arasındaki tek engel olarak İslam’ın varlığını gördüler. Nitekim onlar, İslam’ın karaltısından bile korkuyorlar, onun hiçbir şekilde “varlık” kazanmasını istemiyorlar.” (s.51).
İnsanlığın tek kurtuluş yolu: Örnek İslam toplumunu inşa etmek
“Bütün bu zorluklara rağmen yine de (kurulacak olan) İslam toplumu, yıkılma ve yok olma tehdidi altındaki insanlığın tek kurtuluş yoludur. Bu, zor zamanda fıtratın çağrısına verilebilecek tek cevap türüdür. Çünkü ne kadar sersemlemiş ve üstü örtülmüş de olsa, fıtrat, tehlike anında uyanıp harekete geçebilecek güçtedir.
Bu insani bir zorunluluk ve fıtratın gerektirdiği kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, bu toplumu açığa çıkaracak olan dinamiklerin, tüm geciktirici güçlerden daha sağlam olduğunu söyleyebiliriz. Bu dinamikler Siyonizm’in sinsiliğinden, sömürgeci haçlı zihniyetinden ve yeryüzünün hangi köşesine dikilmiş olursa olsun, tüm baskı araçlarından daha güçlüdür. Aynı şekilde kendisini İslam’a nispet edenlerin İslam’a karşı cahilliklerinden, olup biteni anlamayan ve genel akıntıya kapılıp giden mevcut hallerinden daha güçlüdür.
İslam toplumunun ayağa kalkması kaçınılmazdır. Bu toplum -Allah’ın izniyle bugün değilse de yarın, burada değilse de başka bir yerde- mutlaka ayağa kalkacaktır. Tabii ki, biz herhangi bir zaman ve mekân bildirmek istemiyoruz. Bizler beşeriz. Yaptığımız değerlendirmeler daima bize gizli olan “gayb” duvarına gelince durmak zorunda kalır ki, duvarın ötesini Allah’tan başkası bilemez.” (s.53).
İslam’ı hayat tarzı, Kur’an hukukunu da anayasanın temeli olarak benimsemek
“İslam toplumu insani bir zorunluluk ve fıtri bir gereklilik olarak ortaya çıkacaktır. Doğum kaçınılmazdır. Doğum için doğurmak, bunun için de sancı çekmek kaçınılmazdır. “İslam ve Uygarlık Problemleri” adlı kitabımızda “Bir İslam Toplumuna Doğru” ve “İslami Anlayışın Özellikleri ve Dinamikleri” başlıkları altında İslam toplumunun bugünkü hayata nasıl yöneleceğini, mevcut durumda ne yapacağını ve özellikle ilkelerini nasıl birer kanun maddesi haline getireceğini açıklamıştım. İslam fıkhı, ancak bir İslam toplumu varsa gelişme ve ilerleme sağlayıp hayati sorunları çözmeye yönelebilir. Baştan İslam’a teslim olmuş fiilen mevcut gerçek bir İslam toplumu, önüne çıkan hayati sorunlarla yüzleşip onlara çözümler üretebilecektir.” (s.59).
“İslam’ın hâkimiyetini kabul etmeyen herhangi bir ortamda fıkhi bir uygulamayı geliştirmeye veya ilerletmeye çalışmak, havaya tohum ekmeye benzer. Bu da İslam’ın ciddiyetiyle bağdaşmaz. Zira İslam toplumunun sorunları, mevcut uygarlıkta gördüğümüz herhangi bir toplumun sorunlarıyla aynı değildir.” (s.61).
Bir İslam toplumu kurmak için insanlığın ihtiyaç duyduğu öncelikli eksiği gelişmeye uygun bir “İslam fıkhı” değildir. İnsanlığın öncelikli ihtiyacı, İslam’ın bir yöntem, şeriatının da kanun olarak benimsenmesidir. İslam fıkhı ise gelişmek için uygun zemin bulmak zorundadır. Bu çağda yaşayan, kendine özgü yapılanma ve kendine has uygarlık derecesiyle yerleşik sorunları fiilen çözmeye yönelen bir İslam toplumu, İslam fıkhının gelişebileceği yer olacaktır. Doğası gereği, İslam toplumunun sorunlara yaklaşımı, diğer hiçbir toplumun yaklaşımı gibi olmayacaktır. Ancak görüldüğü kadarıyla bu aksiyom, İslam’a gönül vermiş içtenlikli, gayretli ve akıllı pek çok Müslüman için bile meğer “apaçık” değilmiş! Bu nedenle tekrar ediyor, dönüp bir daha açıklıyoruz…” (s.63).
Eskimiş elbiseyi düzeltmeye uğraşmak yerine aynı kumaştan yeni bir elbise dikmek
“İslam toplumu hakkında ana hatlarıyla söylenebilecek şey, onun sınırlı hacim, şekil ve konumda olan tarihi bir fotoğraf olmayışıdır. Bizler de çağımızda hacim, şekil ve konum olarak bunu modelleyen bir toplum kurmayı hedeflemiyoruz. Ancak maddi uygarlık bakımından en azından mevcut topluma eşdeğer bir toplum kurmayı hedefliyoruz. Ama aynı zamanda bu toplumun bir ruha, bir istikamete ve Rabbani yöntem tarafından inşa edilen ilk İslam toplumunun gerçekliğine sahip olmasını hedefliyoruz. Şu itibarla ki, ruhuyla, rotasıyla, imandan kaynaklanan hakikatiyle; hayat tasavvuruyla, insanın varoluş amacına bakışıyla, insanı bu varlık âleminin merkezine koymasıyla, özellikleriyle, hukukuyla, yükümlülükleriyle, düzeni, uyumu ve dayanışmasıyla İslam toplumu bir zirvedir.
Şekil, görüntü ve konumlar ise zamana göre, anlık etkinliklerin farklılığına göre, değişken ve hareketli şartlara göre sınırlandırılabilir, eleştirilebilir. Ancak İslam toplumuna yakışan, hareketliliğin İslami yöntem çerçevesinde ve onun değişmez ekseni etrafında dönmesidir. Bu eksen Allah’ın tek ilah olduğu ve Allah’ın ilahlık özellikleri bakımından şirk koşulmaksızın birlenmesine (tevhid inancına) dayanmaktadır. Bu toplumun en güzel özelliklerinden birisi de hâkimiyet ve kanun yapama hakkının kullara devredilmesi, onların da bu (kabul görmüş) yasaya boyun eğmeleridir. (s.65).
İslam toplumunun kuruluşu, işin başında İslam’ı hayat tarzı olarak kabul etmiş, onu hayatın her alanında “hakem” olarak tanıyan bir insan topluluğunu gerekli kılıyor. Yani Yüce Allah’ın “ilahlık”, “rablik” ve “yasama hâkimiyeti” bakımından yüceltilerek birlenmesiyle aynı anda -öncesinde değil- bir “İslam toplumu” ortaya çıkar. Bu toplum bir yandan kendisini ve konumunu değiştirmeye çalışırken, bir yandan da yerleşik hayata yönelmekle, gerçek ihtiyaçlarını yeniden belirlemekle işe başlar. Bu ihtiyaçları karşılama yollarını kendi inancından ve kendisi için inşa ettiği özel anlayışından etkilenerek tespit eder.
Mevcut duruma yönelirken gerçeğe uygun fıtri ve sağlıklı bir hayat için zorunlu olan ihtiyaçları belirlemeye; fıtri olmayan, gelişmek için gerekli olmayan, gelişmeyi baskılayan ve ona zarar veren yöntemleri kaldırmaya, yine kendi hedeflerinden ve bu hedeflere götüren yöntemlerden ve kendine has metodolojik yollardan etkilenerek karar verir. Bu şartlar altında kendi yönelimini sürdürürken, kendisine özgü konumuyla, kendi fıkhi hükümlerini bir bir inşa eder (s.67).
Böylece yeni doğan İslam toplumu fıkıh adamlarının görüşlerine değil, Allah’ın asli şeriatına yönelecektir. Çünkü İslam fıkhı, geçmiş asırlarda ve bu asra özgü şartlarda fıkıh adamlarınca ortaya konmuş görüşlerinden elde edilebilecek bir şey değildir. Bu fıkıh elbisesini düzeltmeye çalışmak yerine asıl kumaştan mükemmel bir yeni elbise biçmek gerekecektir (s.69).
Bu, İslam fıkhını ihmal çağrısı değildir. Büyük imamların gösterdiği büyük çabaları dışlayan; yasama sanatının metotlarını içeren, asli hükümlere ilişkin sonuçları ve dünyanın birçok yerinde bulunan kanun yapıcılarının ortaya koydukları tüm ayrıntıları kapsayan fıkhı görmezden gelmek için yaptığımız bir çağrı da değildir.
Bizim çağrımız doğacak olan İslam toplumunun, doğduktan sonra takip edeceği metoda ilişkin bir açıklamadır. Bizim açıklamamız, işin başında İslam’ın hâkimiyetini kabul eden İslam toplumunun, mevcut fiilî gerçekliğe yönelirken inşa edeceği fıkhi hükümlerle ilgilidir (s.71).
İslam fıkhı İslam şeriatından, İslam şeriatı da İslam inancından kopuk değildir. Fıkıh, şeriat, inanç ve hayat tarzı İslam anlayışına göre “parçalanamaz bir bütün”ü teşkil ederler. Bu bütünün bölündüğünü ve parçalara ayrıldığını düşündüğümüz zaman, İslam’ın var olduğu, ancak Müslümanların ve İslam toplumunun olmadığı gibi mantıksız bir durumla karşı karşıya geliriz (s.73).
İslam düzeni dışındaki herhangi bir toplumda hukuk adamının kanuni hükümler çıkarmaya güç yetirebilmesi için, hukuk sanatının yolları ve yasama metodolojisi hakkında bilgili olması yeterlidir. Ancak İslami sistemde hukuk sanatına ilişkin soyut bilgi yeterli değildir. Şu iki husus gereklidir:
Ümmet için hayatın genelinde inanç ve yöntemi birlikte yürüKanun adamlarının özel hayatlarında da inanç ve yöntemi birlikte yürü
Bu, mutlaka bilmemiz ve muhalefet etmekten sakınmamız gereken bir konudur (s.75).
Yaşadığımız problemlerin kahir ekseriyeti, İslam toplumu kurulduğunda kökten çözülecektir. Yeni problemler ortaya çıksa bile farklı hacim ve şekillerde olacaktır. Kaldı ki bir İslam toplumunun sorunlara yönelimiyle İslam dışı bir toplumun sorunlara yönelimi aynı değildir. Çünkü bambaşka etkenler ve farklı şartlar, İslam toplumunun doğasını ve onun hayata/hayatın sorunlarına yaklaşımını, İslam dışı yolların ve toplumların doğasından ve yöntemlerinden farklı kılar. Bu yeterince açık bir konudur (s.79).
Allah kendilerinden razı olsun, Ebubekir, Ömer, Ali, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, Mâlik, Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel, Şafiî, Ebu Yusuf, Muhammed, Karâfî, Şatıbî, İbn-i Teymiye, İbn-i Kayyim el-Cevziyye, İzz bin Abdüsselam ve diğerleri hüküm çıkarırken:
Öncelikle; İslam’ı kendine hakem yapmış, -bazı asırlardaki cüzi sapmalar dışında- İslam’ı kendi hayatı için yol edinmiş bir İslamtoplumunun içinde yaşıyorlardı. Dolayısıyla, onlar da hayata bu metotla ve bunun kendilerinde bıraktığı etkiyle yaklaşıyorlardı.İkincisi; kendi özel hayatlarında da İslam inancını ve İslami metodu birlikte uyguluyorlar, içinde yaşadıkları İslam toplumunun bir parçası olarak zorlukları bizzat yaşıyorlar, bunlar hakkında İslami hassasiyetlerle çareler araştırıyorlardı.
Dolayısıyla İslam fıkhının ortaya çıkması ve gelişmesi için gereken iki temel şartı da hakkıyla taşıyorlardı. Pek tabii ki, fazladan içtihadın şartlarını ve burada zikredilmesi gerekmeyen diğer özellikleri de taşıyorlardı…” (s.81).
Kaynak:
Seyyid Kutub; Tarîqu’l-Halâs: Kurtuluş Yolu, Çeviri: Sıbğatullah Kaya, Beyan Yayınları, İstanbul 2017, 96 s.