Gözümüzün önünde cereyan eden olayları doğru yorumlayabilmeyi öğrenebilmemizi o kadar temenni ediyorum ki… Te’vil, doğru yorum; olayı/ olup biteni kavramaktır. Yani, olayın gerçek nedeniyle bağını kurabilmektir. Zira, vuku bulan bir olay kendinden önceki sürecin sonucu, kendinden sonraki sürecin de sebebidir.
Keşke Müslümanlar olayları doğru okuyabilseler de bu olayların üzerinde cereyan ettiği yasaları kavrayabilseler ve gereken dersi çıkarabilseler! Çünkü, bu yasaları keşfetmek ve onlardan usulünce yararlanmak, mevcut tüm problemlerimizin çözümüne, çatışma ve düşmanlıkların ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktır. İşte bu yüzden gözlerimizin önünde ayan beyan cereyan eden, her gün gördüğümüz ve işittiğimiz çeşitli olayları gerçek yüzüyle görebilmeyi, iyi kavrayıp doğru yorumlayabilmeyi yürekten temenni ediyorum.
Te’vil; olayların hangi kanuna göre dönüp durduğunu görmek, sonucu ve süreciyle gidişatı anlamak, yani yasayı kavramak demektir. Yasayı kavramak bizi cehaletten ilme, zandan yakine taşır. Zira yasa sabittir, asla değişmez:
“Sunnetallâhi fîllezîne halew min qablu we len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ: Allah’ın daha öncekiler için geçerli olan sünneti/yasası/uygulaması budur ve sen Allah’ın sünnetinde hiçbir değişiklik bulamazsın!” (Ahzâb 33:62). Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede “daha öncekiler için geçerli olan sünnet/yasa/uygulama” derken, tarihin ve beşer topluluklarının tâbi olduğu yasadan bahsetmektedir.
İnsan toplumsal yasaları kavramaya başladığında, Allah Teâlâ’nın insana belirli güçler bahşettiğini, onu sebep ve sonuçlar arasında bağ kurma ve olayları düşünme yeteneğiyle donattığını, maddeye ve hayata koymuş olduğu yasaları keşfedip kullanabilme becerisinin insanın güç ve imkânları dahilinde bulunduğunu anlayacaktır. İşte bu güç ve yetenek sayesinde kâinatın bütün güç ve enerji kaynakları insana itaat edebilmektedir.
Ancak, Allah’ın yaratmış olduğu en büyük imkân ve enerji kaynağı insanın bizzat kendisidir. Nitekim diğer tüm güç ve enerji imkânları insanın emrine tahsis edilmiş durumdadır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“We mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâhu we’r-râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ we mâ yezzekkeru illâ ulû’l-elbâb: Yine O’dur sana İlahi Kelam’ı indiren. O’nun ayetlerinden bir kısmının hükmü kesin ve nettir; bunlar İlahi Kelam’ın anasıdır. Gerisi de müteşabihlerden oluşmuştur. Kalplerinde sapmaya meyil bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve tevil etmek amacıyla, onun müteşabih olan kısmının peşine düşerler. Oysa onun gerçek te’vilini kimse bilmez, yalnızca Allah (bilir); ve ilimde derinleşenler derler ki: “Biz ona inanırız, tümü Rabbimizin katındandır. Derin kavrayış sahiplerinden başkası bu gerçeği fark edemese de.” (Âl-i İmran 3:7).
İlimde derinleşmenin bilgi alanında özel bir ayırıcı vasfı bulunmaktadır. Bu vasıf insana ilimde derinleşemeyenlerde bulunmayan bir güç ve kudret verir. İlimde ilerleme ve derinleşmenin imkân dahilinde olduğunu kavradığımız zaman ilme karşı duyduğumuz korku yok olacak, Müslümanların kafasını uzunca bir süredir doldurmuş olan ‘ilmin hakikati anlamaya yetmeyeceği ve Müslümanların sorunlarını çözemeyeceği’ mealindeki yanlış düşünceler yok olacaktır.
İlmin, ahlakın ve kültürün de değişime uğradığını söyleyenlere de şunu hatırlatmak gerekir: Bunun sebebi ilimdeki ilerleme ve derinleşme oranındaki farklılıklardır. Hâlen mevcut olan bozuk ve karışık durum ilim/bilim/bilgi sürecinin birçok aşamasından bir aşama olup elde edilmiş gerçek ilimden kaynaklanmamaktadır. Yani, ayıp ve kusur Allah’ın sünnetinde/yasasında değil, bizim bu yasaları kavramadaki zayıflığımızdadır.
Yaşadığımız çağda teshir (kayıtsız şartsız ve bedelsiz itaat) kapısının –tarihte benzeri görülmemiş şekilde- ardına kadar nasıl açıldığını müşahede etmekteyiz. Kapı ardına dek açılmakla kalmamış, yaratılmışları hizmetimize alma yöntemleri de sökün etmiştir. Buna rağmen kâinat insana yeterince hizmet etmiyorsa insan sadece kendini kınasın!
Biz bu olup bitenleri görebiliyoruz. Ancak doğru yorumunu yapmakta ve gelecekte olayların nasıl gelişeceğini öngörmekte yeterince iyi olamıyoruz. Bu mesele bizde hâlâ karışık ve buğulu vaziyette. Bir an önce bu meselede açıklık ve netliği yakalamamız gerekir, eğer bize gülmelerini, bizi şüpheden şüpheye sürüklemelerini, bizi doğru yoldan saptırmalarını, sosyal hareketleri okumadaki muğlaklığın devam etmesini istemiyorsak!
Elan dünyayı keyiflerince yönetenler küçük bir müstekbir ve şımarık azınlıktan ibarettir. Nüfusunun %1’inin tüm servetlerin %43’üne sahip olduğu, o küçük azınlığın %80’inin tüm servetin üçte ikisini elinde tuttuğu, 7 milyarlık dünya nüfusunun %20’sinin fakirlik en fakir kesimi oluşturduğu, bu kesimin %15’ine hiçbir insani yardımın ulaşmadığı bir dünyada yaşıyoruz!
Bütünüyle bozuk bu durum karşısında savaşı değil ilmi bir mücadele yöntemi olarak benimsemeliyiz. Önemli olan savaşçıları ülkemizden kovmamız değildir. Nitekim yakın zamanda o işgalcileri Cezayir’den defettik. BM’i Somali’den kovduk, keza Beyrut’tan uzaklaştırdık. Azgın tağutlarla çok kez savaştık, bazılarını da bertaraf ettik. Ama ne yazık ki bu ülkelerimizin toplumları toplumsal düzen kurma ilim ve sanatından yoksun olduğu için şımarık müstekbirlerin olmadığı adil bir toplumsal sistem oluşturamadılar.
Esasında temel sorun, bütün dünyanın, tüm toplumların tek bir toplum modelini benimsemiş olmasıdır: Müstekbirlerden/ezenlerden ve mustazaflardan/ezilenlerden oluşan toplum modeli! Çünkü bu toplumsal modelde şımarık müstekbirler sürekli bir gün mustazaf konumuna düşme korkusu yaşamakta, mustazaflar ise müstekbir olacakları günün hayalini kurmaktadır!
Müslümanların büyük bir kesimi hâlâ Avrupa Birliği’ni doğru okuyabilmiş ve doğru yorumlayabilmiş değildir. Bu birlikteliği ayıplıyorlar ve ‘iç menfaat’ için bu birliği kurmuş olmaları sebebiyle onları suçluyorlar. Peki, menfaat ve maslahat odaklı birlik kurmak ayıp mıdır? Keşke Müslümanlar da menfaatleri için eşitliğe dayalı bir birlik kurmayı başarabilseydi! İşte o zaman bu mevcut zilletten ve sürekli küçük düşürülmekten kurtulurlardı. Bu birliktelikte kimse kaybetmez, herkes kazançlı çıkardı. Komşu ülkelerin topraklarını asker ve savaş yoluyla fethetmelerine de hiç gerek kalmazdı. Çünkü onlar ‘lütfen bizi de aranıza alın, ülkenize katın’ diye kendileri talep ederlerdi. Ama maalesef durum böyle değil. Bu acziyeti, İslam âleminin dünyada olup bitenleri kavrayamadığının acı bir göstergesidir:
“We keeyyin min âyetin fî’s-semâvâti we’l-ardi yemurrûne aleyhâ ve hum anhâ mu’ridûn: Göklerde ve yerde ne mucizeler var ki, (insanoğlu) yanından geçip gider de onlara dönüp bakmaz bile…” (Yusuf 12:105).
Allah’ım, bize olayları doğru okumanın bilgisini öğret. Olayları doğru yorumlamayı insanlara nasıl öğreteceğimizi öğret bize…
Çeviri: Fethi Güngör