Türk maarif zihniyetinin en temel konularından biri, öğretmen yetiştirmektir. En az müfredat kadar ve de eğitim araçlarının çok üstünde öneme sahip. Geçmişte yaşanmış kısmi başarı hikayelerine rağmen bu alanın üstünün örtülmesi ya da gözardı edilmesi aklın kabul edeceği bir şey değil.
Yaklaşık yirmi seneden beri tartışılan bu konu bir çözüme kavuşturulamadı. Öğretmen yetiştirme işinin birinci basamağı eğitim fakülteleridir. Darbe mahsulü YÖK Yasası’nda fen-edebiyat fakültesi açma zorunluluğu nedeniyle “potansiyel öğretmen adayı” enflasyonu başladı. 92’de açılan üniversitelerle birlikte bu oran her geçen gün fen-edebiyatlar lehine genişledi.
300 bin öğretmen adayı sınırına dayanınca da KPSS ve formasyon süreçleri ile kontrol edilmeye çalışılıyor. Fakat amacı ve felsefesi öğretmen yetiştirmek olmayan bu fen-edebiyat fakültelerinden mezun sayısı hız kesmeden devam ediyor. İkinci öğretim programları ile birlikte artık önüne geçilemez bir hal aldı.
Amacı sosyal ya da fen bilimleri alanında akademik ya da mesleki temel eğitim altyapısı sağlamak olan bu fakültelerin ne yazık ki çoğunluğu öğretmen olmak isteyen öğrencilerle dolu. Düşünebiliyor musunuz, amacı ve hedefi, misyonu ve formasyonu öğretmen yetiştirmek olmayan fakülteler öğretmen adayı barındırıyor.
Bundan beş yıl kadar önce bu sorunu tartışmak üzere YÖK’te biraraya gelen eğitim ve fen-edebiyat fakültesi dekanlarının bilek güreşini izlemiştik. Mevzi savunmasından ibaret olan bu kutuplaşma sonucu öğretmen adaylarımızı nasıl seçeceğimizi ve hangi hedefler doğrultusunda nasıl yetiştireceğimizi çözüme kavuşturamadık.
Önerim şu. Fen-edebiyatlardan bir kısmı eğitim fakültesine dönüştürülsün. Her şehirde ve her üniversitede fen-edebiyat olmak zorunda değil. Fizik, kimya, matematik ve biyoloji bölümleri sağlık ve mühendislik fakültelerine aktarılmalı. Hem teori hem de uygulama imkanı bir arada yürüsün. Edebiyat, tarih, felsefe, sosyoloji, arkeoloji gibi sosyal programlar Türkiye’de on beş yirmi merkezi şehirde en donanımlı haliyle, tıpkı Ankara ve İstanbul Üniversitesi’deki şekliyle var olsun.
Kontenjanları yirmi-yirmi beş öğrenciyle sınırlı olan bu programlar doktora sonuna kadar burslu öğrenci alsın. Kamu ve özel kurum ve kuruluşlarına proje, teşvik, destek, arge, sertifika vs. için doktoralı istihdam şartı getirilsin. Kamudaki bilim ve sanatla ilgili kurumlar istihdamı öncelikli olarak bu kadrolardan temin edecek biçimde düzenlemeler yapılsın.
Eğitim fakülteleri ise ülkenin öğretmen ihtiyacı göz önünde bulundurularak kendine özgü yetenek sınavları ile öğrenci alsın ve o alana uygun olarak eğitim versin. Öğrenci, bünyesindeki uygulama okulu ile en başından itibaren eğitim süreçlerinde bulunsun ve akademik olarak da sürekli kendisini beslemiş olsun.
Bu işin çözümü bu kadar basit mi diye sorabilirsiniz. Cevabım,“kesinlikle evet”. Çünkü bildiğim bir şey var. Özellikle 1990 yılından itibarenTürkiye’nin en başarılı öğrencileri öğretmen olmak istiyor. Yüzdelik dilimler ortada. Eğitim fakülteleri yüzde birlik dilimden öğrenci alıyor. Dünyada böyle bir örnek bulamazsınız. Son yirmi beş yıldır bu kadar zeki ve başarılı öğretmen adayı ile nasıl olur da dünya sıralamasında hala çok gerilerde kalınır. Eğitim fakültelerini ıslah ve ihya etmeden hiç kimse kusura bakmasın; eğitimde, kültürde ve sanatta mesafe alınamaz…