Geçen yıl üniversite sınavına yeni yeni hazırlanmaya başladığım zamanlarda (3. ayında) yine ders çalışmaktan bıkmış bunalmış bir haldeyken kaçacak bir yer arıyordum kendime. İyi bir kaçış planı buldum. Nuri Pakdil Usta’nın elini öpmeye Ankara’ya gidecektim, hem de hızlı tirenle. Tirenle gidecektim; çünkü Mustafa Kutlu tiren derdi ve ben küçükken tirenle seyahat ederdik Anadolu’ya. Nuri Pakdil Usta’ya gidecektim; çünkü yıllardır okuyordum kitaplarını. Batı Notları şahaneydi, ya Bağlanma kitabı? Muazzamdı. Ebubekir Kurban’ı aradım dedim “Ben çok sıkıldım, Ankara’ya geleyim, Nuri Pakdil’le görüşeyim diyorum. Sen tanıyorsundur, nasıl ulaşırım?” Bana sağ olsun, ona ulaşabileceğim bir numara verdi. Hemen aradım dedim böyleyken böyle günübirlik gelip Nuri Pakdil’le muhabbet etmek isterim. Onlar da sağ olsun yoğun programlarında bir boşluk yakalayıp gelebileceğimi söylediler.
Bir pazar günü sabah 04.20’de uyandım, bir bardak süt içip babamla tiren garına doğru uzun upuzun bir yolculuğa çıktık.
ANKARA DA TERS ZATEN BANA
Heyecandan yerimde duramıyordum neyse ki sabahtı İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna hemencecik vardık, babam beni uğurladı. Bilet kontrol noktasından geçenlerde gazetede yazısı çıkan arkadaşımız Alpaslan Canbaz’a rastladım, o da benimle Nuri Pakdil’e gelmeye karar verdi. 3.5 saatlik bir tiren yolculuğu beni bekliyordu. İşin kötü yanı ters koltuk seçmiştim ve Nasreddin Hoca misali 3,5 saat boyunca ters ters gittim Ankara’ya. Ankara da memur şehri zaten biraz ters bana. Yolculuk esnasında Mustafa Kutlu’nun en sevdiğim hikâyelerinden biri olan Ya Tahammül Ya Sefer’ini bitirip Ebubekir Kurban’ın en az kendisi kadar ironik, komik, tuhaf Ankara yazılarından müteşekkil İsmet Saat Kaç isimli kitabına başladım, keyfime diyecek yoktu. Ankara tiren garının çıkışında bizi pokemone binmiş Nasreddin Hoca karşıladı. Bu şehir gerçekten bir garipti.
Birkaç saat Ankara’da dolaşıp meclisi basıp basmama fikrini (zaten pazardı, meclis boş olmalı deyip) içimizde güçlükle bastırdıktan sonra Ebubekir Kurban’la buluştuk. Ben, Alpaslan, Alpaslan’ın arkadaşı Halil İbrahim abi ve Ebubekir Kurban, Nuri Pakdil’in evinin yolunu tuttuk.
SEHPANIN ÜZERİNDE KALIN KALIN SÖZLÜKLER
Bir apartman dairesinde yüzlerce kitapla beraber yaşıyordu Nuri Pakdil Usta. Bizi kapıda büyük bir muhabbetle karşıladı. Ömrüm boyu belki öyle güzel beş defa falan karşılanmışımdır kapıda. İçeri, salona buyur etti. Tam karşısındaki koltuğa ben oturdum, aramızda orta sehpası; sehpanın üzerinde kolonyalar, kalın kalın Fransızca-Türkçe sözlükler, biri büyük biri küçük olmak üzere iki ayrı tomar kâğıt vardı. Ve muhabbet başladı. Öncelikle adımı-soyadımı, telefon numaramı aldı ve not etti küçük kâğıdın ön yüzüne. Daha sonra öğrenim durumumu, hangi dilleri bildiğimi, nereli olduğumu ve nerede ikamet ettiğimi sordu kâğıdın arka yüzüne not etti. Bu işlemi tek tek diğer arkadaşlara da uyguladı. Muhabbetin devamında kitaplarından hangilerini okuduğumu ayrıca Necip Fazıl’ın hangi kitaplarını okuduğumu sordu. Çöle İnen Nur ve Büyük Kapı kitaplarını mutlaka okumamı söyledi ve ekledi: “Ayrıca bizim de 43 kitabımız var, onları da okuyunuz Ayşe Hanım.” Maraşlı olmam ve anne babamın hukukçu olmaları hasebiyle (kendisi de Maraşlı ve Hukuk Fakültesi mezunudur) muhabbeti bir yerden sonra sadece benimle sürdürdü. Yine âlemin en talihli insanı bendim.
KUDÜS MANZARALI BİR TABLO VE PICASSO
Nuri Pakdil’in yanı başında 5-6 tane yeni çıkmış kitap mevcuttu, hepsini de sanıyorum ki o sıralar okuyordu. Hâlimden utanmıştım, ben o kadar okumuyordum. Yol arkadaşı çok kıymetli Necip Evlice de teşrif etti aramıza sonra. Ona telefon numaralarımızı kaydettirdi, mübarek günlerde mesaj atacağını söyledi. Salonunun duvarında Kudüs manzaralı bir tabloyla Picasso’nun ünlü Guernica tablosu asılıydı, biraz bize Picasso ve Van Gogh’tan bahsettikten sonra Van Gogh’un Theo’ya Mektuplar’ını Pınar Kür çevirisinden okumamı telkin etti ısrarla ve söz aldı döner dönmez alıp okuyacağıma dair. Alpaslan’ın içindeki kısa filmciyi tutamayıp “Sinemaya nasıl bakıyorsunuz efendim?” sorusuna karşılık ise “Biz filmlerden Selvi Boylum Al Yazmalım’ı tercih ederiz, Türkan Şoray’ı pek severiz.” dedi. Aramızda geçen bir diyalog daha: “Devrimci misiniz Ayşe Hanım?”, “Okul çapında, evet efendim.”, “Oldukça iyi, çok güzel.” Vedalaşma sırasında tekrar kapıya kadar gelerek İstanbul’da görüşmek üzere diye söz aldı. “Hoşça kalın efendim.”, “Güle güle Ayşe Hanım.”
“Gün akşamlıdır.” dönme vaktim geldi, Necip Evlice (Nuri Pakdil’in deyişiyle İdris Hamza) bizleri Ankara Tiren Garına kadar bırakma inceliğinde bulundu. Muhteşem bir anı oldu, nasip oldu Nuri Pakdil Usta’nın dizinin dibine oturdum. Ve hatta yıl içinde birkaç defa daha İstanbul’da imza günlerinde, konferanslarda görüştük. “Ayşe Hanım” diye başlayarak cümleye muhteşem şeyler anlattı her defasında bana. Sağ olsun, var olsun, nur olsun
Nuri Pakdil Usta.
Geçen yıl üniversite sınavına yeni yeni hazırlanmaya başladığım zamanlarda (3. ayında) yine ders çalışmaktan bıkmış bunalmış bir haldeyken kaçacak bir yer arıyordum kendime. İyi bir kaçış planı buldum. Nuri Pakdil Usta’nın elini öpmeye Ankara’ya gidecektim, hem de hızlı tirenle. Tirenle gidecektim; çünkü Mustafa Kutlu tiren derdi ve ben küçükken tirenle seyahat ederdik Anadolu’ya. Nuri Pakdil Usta’ya gidecektim; çünkü yıllardır okuyordum kitaplarını. Batı Notları şahaneydi, ya Bağlanma kitabı? Muazzamdı. Ebubekir Kurban’ı aradım dedim “Ben çok sıkıldım, Ankara’ya geleyim, Nuri Pakdil’le görüşeyim diyorum. Sen tanıyorsundur, nasıl ulaşırım?” Bana sağ olsun, ona ulaşabileceğim bir numara verdi. Hemen aradım dedim böyleyken böyle günübirlik gelip Nuri Pakdil’le muhabbet etmek isterim. Onlar da sağ olsun yoğun programlarında bir boşluk yakalayıp gelebileceğimi söylediler.
Bir pazar günü sabah 04.20’de uyandım, bir bardak süt içip babamla tiren garına doğru uzun upuzun bir yolculuğa çıktık.
ANKARA DA TERS ZATEN BANA
Heyecandan yerimde duramıyordum neyse ki sabahtı İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna hemencecik vardık, babam beni uğurladı. Bilet kontrol noktasından geçenlerde gazetede yazısı çıkan arkadaşımız Alpaslan Canbaz’a rastladım, o da benimle Nuri Pakdil’e gelmeye karar verdi. 3.5 saatlik bir tiren yolculuğu beni bekliyordu. İşin kötü yanı ters koltuk seçmiştim ve Nasreddin Hoca misali 3,5 saat boyunca ters ters gittim Ankara’ya. Ankara da memur şehri zaten biraz ters bana. Yolculuk esnasında Mustafa Kutlu’nun en sevdiğim hikâyelerinden biri olan Ya Tahammül Ya Sefer’ini bitirip Ebubekir Kurban’ın en az kendisi kadar ironik, komik, tuhaf Ankara yazılarından müteşekkil İsmet Saat Kaç isimli kitabına başladım, keyfime diyecek yoktu. Ankara tiren garının çıkışında bizi pokemone binmiş Nasreddin Hoca karşıladı. Bu şehir gerçekten bir garipti.
Birkaç saat Ankara’da dolaşıp meclisi basıp basmama fikrini (zaten pazardı, meclis boş olmalı deyip) içimizde güçlükle bastırdıktan sonra Ebubekir Kurban’la buluştuk. Ben, Alpaslan, Alpaslan’ın arkadaşı Halil İbrahim abi ve Ebubekir Kurban, Nuri Pakdil’in evinin yolunu tuttuk.
SEHPANIN ÜZERİNDE KALIN KALIN SÖZLÜKLER
Bir apartman dairesinde yüzlerce kitapla beraber yaşıyordu Nuri Pakdil Usta. Bizi kapıda büyük bir muhabbetle karşıladı. Ömrüm boyu belki öyle güzel beş defa falan karşılanmışımdır kapıda. İçeri, salona buyur etti. Tam karşısındaki koltuğa ben oturdum, aramızda orta sehpası; sehpanın üzerinde kolonyalar, kalın kalın Fransızca-Türkçe sözlükler, biri büyük biri küçük olmak üzere iki ayrı tomar kâğıt vardı. Ve muhabbet başladı. Öncelikle adımı-soyadımı, telefon numaramı aldı ve not etti küçük kâğıdın ön yüzüne. Daha sonra öğrenim durumumu, hangi dilleri bildiğimi, nereli olduğumu ve nerede ikamet ettiğimi sordu kâğıdın arka yüzüne not etti. Bu işlemi tek tek diğer arkadaşlara da uyguladı. Muhabbetin devamında kitaplarından hangilerini okuduğumu ayrıca Necip Fazıl’ın hangi kitaplarını okuduğumu sordu. Çöle İnen Nur ve Büyük Kapı kitaplarını mutlaka okumamı söyledi ve ekledi: “Ayrıca bizim de 43 kitabımız var, onları da okuyunuz Ayşe Hanım.” Maraşlı olmam ve anne babamın hukukçu olmaları hasebiyle (kendisi de Maraşlı ve Hukuk Fakültesi mezunudur) muhabbeti bir yerden sonra sadece benimle sürdürdü. Yine âlemin en talihli insanı bendim.
KUDÜS MANZARALI BİR TABLO VE PICASSO
Nuri Pakdil’in yanı başında 5-6 tane yeni çıkmış kitap mevcuttu, hepsini de sanıyorum ki o sıralar okuyordu. Hâlimden utanmıştım, ben o kadar okumuyordum. Yol arkadaşı çok kıymetli Necip Evlice de teşrif etti aramıza sonra. Ona telefon numaralarımızı kaydettirdi, mübarek günlerde mesaj atacağını söyledi. Salonunun duvarında Kudüs manzaralı bir tabloyla Picasso’nun ünlü Guernica tablosu asılıydı, biraz bize Picasso ve Van Gogh’tan bahsettikten sonra Van Gogh’un Theo’ya Mektuplar’ını Pınar Kür çevirisinden okumamı telkin etti ısrarla ve söz aldı döner dönmez alıp okuyacağıma dair. Alpaslan’ın içindeki kısa filmciyi tutamayıp “Sinemaya nasıl bakıyorsunuz efendim?” sorusuna karşılık ise “Biz filmlerden Selvi Boylum Al Yazmalım’ı tercih ederiz, Türkan Şoray’ı pek severiz.” dedi. Aramızda geçen bir diyalog daha: “Devrimci misiniz Ayşe Hanım?”, “Okul çapında, evet efendim.”, “Oldukça iyi, çok güzel.” Vedalaşma sırasında tekrar kapıya kadar gelerek İstanbul’da görüşmek üzere diye söz aldı. “Hoşça kalın efendim.”, “Güle güle Ayşe Hanım.”
“Gün akşamlıdır.” dönme vaktim geldi, Necip Evlice (Nuri Pakdil’in deyişiyle İdris Hamza) bizleri Ankara Tiren Garına kadar bırakma inceliğinde bulundu. Muhteşem bir anı oldu, nasip oldu Nuri Pakdil Usta’nın dizinin dibine oturdum. Ve hatta yıl içinde birkaç defa daha İstanbul’da imza günlerinde, konferanslarda görüştük. “Ayşe Hanım” diye başlayarak cümleye muhteşem şeyler anlattı her defasında bana. Sağ olsun, var olsun, nur olsun
Nuri Pakdil Usta.