Bak işte orada doğdum, orada büyüdüm ve oradan kaçtım. Karım ve çocuklarım oradalar. Torunlarım nerede, bilmiyorum. Burada dilimi konuşan insanlar arasında tek başınayım. Geceleri şu demirden çatı altında yine o rüyayı görebilir miyim diye uykuya koşuyorum olmuyor, gökyüzünden gelen variller düşüyor uykularıma.
Evimi özledim, evlerimizi. Evlerimiz taştandır, taş gibidir. Taşı oyarlar, yontarlar, ustalıkla üst üste koyarlar ev olur. Dedemin, babamın, benim doğduğum ev olur; bana oğullar, kızlar veren karımın gelin geldiği ev olur. O rüyayı göreyim tekrar diyorum, uykuya koşuyorum olmuyor; gökyüzünden düşen variller parçalıyor rüyalarımı.
Bak işte orası bizim mezarlığımız. Babam orada yatar, dedem de, onun babası da. Oğullarım, kızlarım da orada yatıyor analarıyla. Yağmur değil variller düşüyor mezarlığımıza.
Ve ben şu demirin içinde üşüyorum. Ben dağların çocuğu, lügatimde soğuk kelimesi yok, üşüyorum… Korku bu. Evim bana uzak, mezarlığım da. Bu demirden evler arasında öleceğim diye korkuyorum. Ah diyorum o rüya, ne olur, ölmeden önce bir daha…
***
Ağlıyordu. Bembeyaz sakallarını ıslatan gözyaşlarına hayretle bakan çaylak muhabir kız elinde tuttuğu mikrofona uzanarak tercümana sordu:
-Ne oldu, memleketini mi özlemiş?