1. Kemal bir Osmanlı Paşasıdır, yani askerdi.. Askerin vazifesi, ülkeyi kendisine komuta eden iradenin istediği şekilde savunmaktır. İtfaiyecinin, yangını söndürmekle sorumlu olması gibi.. Öyleyse, tabiî olan, bir kimsenin kendisine verilen vazifeleri yapmasıdır.
Padişah Vahdeddin, ülkesinin güç durumunda Fevzi Paşa’dan, seçkin paşaların listesini ister. Bunların ilk sıralarında M. Kemal Paşa da vardır. Sultan Vahdeddinonu, Veliahd olduğu (Saltanat hukuku gereğince geleceğin padişahı ve Padişah Vekili olarak belirlendiği) sırada, Almanya’ya yaptığı resmî esnasında, onun kendisine (‘Seryâver’ /baş yardımcı) olarak refakat ettiği günlerden tanır. Ve, onu, başta Samsun yöresinde yükselen karışıklıklar olmak üzere, ülkede emniyeti iade etmek üzere, 9. Ordu Müfettişi olarak vazifelendirir.
Vazifelendirme emrinde şöyle denilir: ‘Mülga Yıldırım Grubu kumandanı Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Kıtaatı müfettişliğine tayin edilmiştir.
İşbu irade-i seniyyenin icrâsına Harbiye Nâzırı memurdur.
29 Receb 1337, 30 Nisan 1335 (30 Nisan 1919)‘
Hükmün altında, Padişah Muhammed Vahdeddin ile Sadrâzam Damad Ferid ve Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’ların imzaları vardır.
Ve hazırlıklar başlar. Yanına 22 kişilik bir kurmay heyeti ve 25 de düz asker /erat ve gereken para verilir. M. Kemal’in kendi beyanına göre, Sultan Vahdeddintarafından kabul edilir. Padişah ona, ‘Paşa, istersen memleketi kurtarabilsin..’diyerek güvenini belirtir. Ali Fuad (Cebesoy) Paşa, hâtırâtında, Dahiliye Nâzırı(İçişleri Bakanı) olan dayısı Mehmed Ali Bey tarafından, ingiliz işgal güçlerinden gizli olarak Galata Köprüsü üzerinde, M. Kemal Paşa’ya 2 500 altın verildiğini yazar. Ve Samsun’a gidecek olan Bandırma vapuru, ingilizler işgal komutanlığının verdiği vizeyle Boğaz’dan çıkar, Karadeniz’e açılır.
Sonrası mâlum.. Gelişen hadiseler ve uluslararası dengeler vs. sonunda, Osmanlı saltanat rejimi, tarihin karanlıklarına gömülür ve Ankara’da ve diğer nice Osmanlı topraklarındaki enkaz üzerinde yığınla yeni rejimler kurulur ve herbirisinin başına da galib güçlerin münasib gördüğü isimler oturtulur. Onlar da, başlarına oturtuldukları toplumları yeniden dizayn etmek, düzenlemek üzere, kendilerini vazifelendiren emperyalist ve galib güçlerin istediği şekilde, toplum mühendisliğine soyundurulurlar.
Neler yapıldığını, ne gibi ‘inkilab’ların yapıldığını tekrar hatırlamaya gerek yok..
*
Ve amma, M. Kemal Paşa, Samsun’a inişini ne zaman mı hatırlar?
1936 yılında.. Bir akşam, malûm sofrasında, ‘Bilin bakalım, yarın hangi günün yıldönümüdür?’ diye sorar. Halbuki, 1927’de okuduğu ünlü nutkuna, ‘19 Mayıs 1919’da Samsun’a indiğini hatırlattığını başlar, ama, kimse o günü yine de hatırlamamaktadır.
Ve kendisi açıklar, Samsun’a inişinin 17. Yıldönümü olduğunu..
Ve hemen ardından da, dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, velinimetine, tapınırcasına bağlı olduğu ‘Şef’ine bir cemilekârlık numûnesi olarak, Valiliklere çektiği telgrafla, derhal o günün, 19 Mayıs’ın yıldönümü dolayısiyle büyük törenler tertiblemelerini ister.
19 Mayıs böylece, 79 yıldır, resmî tatil ve bayram günü olarak ‘kutlanır..’
*
Böyleyken.. 19 Mayıs günü, TRT’den bile, birileri, ‘o günün, türk devletinin yeniden kurulduğu gün olduğu’ gibi laflar ederler, haber bültenlerinde.. Darbeci generallere âşkını ilan eden M. C. Sengör isimli ateist prof. da, aynı gün, Hürr.gazetesinde yer alan bir yazısında ‘19 Mayıs, 700 yıldır oradan kovulmuş olan eleştirel aklı Anadolu’ya iade etmenin ilk adımıydı.’ diye buyurur. Halbuki,Samsun’a inişinin yıldönümünü bizzat M. K. bile 17 sene sonra hatırlamış / hatırlatmak gereğini duymuştur. ‘Eleştirel akıl’ bu mu?
İşte bu kadardır, ol hikayet..
***
Bu değiniden sonra.. Gelelim, Muş, Tatvan ve Van’a geçen Cuma – Cumartesi ve Pazar günleri Hamza Türkmen beyle birlikte yaptığımız geziye..
‘Burası Muş’tur, / Yolu yokuştur, / Giden gelmiyor, / Aceb ne iştir..’ türküsünü bilmeyenimiz ya da duymayanımız yoktur herhalde..
İstanbul’dan Muş’a uçak yolculuğu 2 saat kadar.. Yolda giderken, aşağıyı seyrettim.. Karlı dağları, Keban baraj gölünü.. Ekili ve yemyeşil arazileri.. İrili-ufaklı köy ve şehirleri..
Muş’a indiğimizde, Muş Üni’den akademisyen Murad Kayacan ve ve Erdal Erenkardeşlerimiz bizi aldılar. Cuma namazı için henüz vakit varken, biraz çevreyi gezelim dedik.. Yol üzerinde, Arat Kilisesi’ne gidişi gösterir bir kahverengi tabelâdikkatimizi çekti.. Oraya gidelim dedik.. 100 yıl öncelerden, ermenilerden kalma birkilise imiş.. Ancak, 8-10 km. kadar uzaktaki bu mekana gitmekle iş bitmiyor, arabayı park edip, yürümek ve yokuşa tırmanmak gerekiyormuş.. Ondan vazgeçip, Muş Kalesi’ne yöneldik. Arabanın zorla ilerleyebildiği eski, harabe mahallelerin dar yollarından geçtik. Bir yerde ‘ermeni mezarlığı’ denilen bir mekan vardı. Ama, ortada, hristiyan mezarlığı olduğuna dair bir işaret kalmamıştı.
Biraz daha ileride, bir kilise yıkıntısını hatırlatan yüksek duvarlı bir harabe kalıntısı vardı. Bu mekan, Ermenistan’ın şimdiki cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın annesinin evi imiş..
Dar yollardan nihayet Kale’ye vardık.. Yumuşak bir havada, güzel bir yağmur..
Bu sene Muş ve çevresine bol rahmet gelmiş.. Çiftçiler memnun, tabiatiyle..
*
Bu arada, Muş’un ne mânâya geldiği konuşuluyor.
Muş, farsçada ‘fare’ demek.. Ermenicede miş, sis demekmiş.. Burada sis çok imiş de, bu isim verilmiş, guyâ.. Kürdçede ‘mes/ mus’, farsçada ise, ‘meh’ gibi bir kelime varmış, sis için..
Şehir aşağıda, yeni ve rahat bir görüntü veriyor.. 1979 yılında bir kış günü bir konferans için geldiğim bu şehir, o zaman böylesine modern ve düzenli gözükmüyordu..
Cuma namazı için, Kale Camiine gittik. Oldukça temiz ve güzel bir mâbed.. Hocası da çok itibarlı birisi imiş.. Bu yüzden pek çok arabayla oraya uzaktan gelenler varmış..
Namazdan sonra, şehre indik.. Lüks, kocaman bir restoranda yemek yiyeceğiz.. Ama, pek kimsecikler yok.. Bir parkın ortasındaki bu restoranın bir de minder üzerinde oturulup yemek yenilen veya çay-kahve içilen mekanları var.. Restoranın içinde kocaman bir de havuz.. Havuza, 20-25 kurnadan bilek kalınlığında, dağ suları geliyor.. Havuzda yüzlerce alabalık..
Oradan her sabah tutulup, taze taze müşteriye sunuluyormuş.. Ama, o güzel restoranın lavaboları aynı temizlikte değil, bahçede uzak bir köşede derme-çatma kulübemsi bir mekan.. Belediye, buna niye göz yumar? Burası, Belediye’den kimsenin alıcı olmadığı bir açık arttırmayla ucuza kapatılmış. Yoksa, müşterisi fazla olmadığından kendisini kurtaramazmış..
*
Girişinde, Turizm Yüksek Okulu tabelâsı olan an bir binadan giriyoruz.. Orası, Kız İmam- Hatib lisesi imiş..Yüzlerce öğrenci toplanmışlar.. Bir 1,5-2 saat kadar bir sohbet.. Dikkatle dinleyen olunca, zamanın nasıl geçtiği bile farkedilmiyor.
Sonra, şehrin en turistik mekanına götürülüyoruz.. Dümdüz, uzayıp giden Muş ovasının ortasından Murad Çayı geçiyor.. Yüzlerce yıl önceden kalma ve Batman civarındaki ünlü Malabadi köprüsünü hatırlatan bir tarihî köprü var.. Fırat’ın bir kolu olan Murad Çayı’nın suyu oldukça fazla.. Yarım asır önce, soğuk günlerde bile bu çay’ı geçmek üzere, arkadaşlarla iddialaştığımızı hatırlıyorum, Malazgirt civarında..
Köprünün karşı yakasında, bir restoran, etrafta gelmesi beklenen, geleceği umulan iç ve dış turistler için yapılmış bungalov tipi ufak kulübeler.. Ama, henüz turistlerden bir haber yok..
Karşı yakaya geçtiğimizde, karşımızda bir tabelâ.. ‘Bereket Ormanı’ levhası.. Ama, orman nerede? 15 kadar çam fidanı.. Tahminen 2-3 senelikler.. Daha da ilginç olanı, o tabelâda bu ormanın temelinin ‘Emine Erdoğan tarafından atıldığı’na dair bir yazı da var.. Emine Erdoğan başlatmış, ama, sonra ilgilenen olmamış, takib gerekiyor. Emine Hanım’a duyurulur.
*
Akşam… Konferans, Kültür Merkezi’nde.. Canlı ve çoğu gençlerden oluşan bir kitle.. Can alıcı sualler.. En başta İran’ın siyaseti ve İslam Birliği ideali’nin nasıl gerçekleşeceği konusu üzerinde.. Bu arada, Ortadoğu’daki son kanlı sahneler.. İç siyasetle ilgili konular da hakezâ..
Ertesi sabah, Özgürder’in salonunda çoğu üniversitedeki genç öğretim üyelerinden oluşan 20-25 kişinin katılımıyla yapılan bir kahvaltı.. Ve sonra.. Öğleden sonra.
Muş Üni.’nin yeni rektörü, İlahiyat Fakültesi’nin eski dekanı, Almanya’ya her gelişinde sohbet ettiğimiz dostumuz Prof. Fethi Ahmed Polat‘la görüşme..
*
Ve Tatvan’a doğru yola çıktık. Yol üzerinde Hasköy’e uğradık.. Hasköy, güzel bir yerleşim Halkı daha çok Avrupa ülkelerinde veya Türkiye’nin batı şehirlerinde imiş.. Çoğu emekli yüzlerce insan, kahvelerde boş oturuyor.. Eskiden bu şehre hiç girememiş olan HDP yavaşça girmiş.. CHP’nin tabelâsı var, ama, tabelâsı üzerindeki Davudoğlu fotoğrafı bile duruyor..
Hasköy’de, ‘Kilise Camii’ diye anılan câmii ziyaret ettik.. Adından da anlaşılacağı üzere, kiliseden camie çevrilmiş.. Yapısından, tonozlarından zâten belli oluyor..(Müslümanlar, mabedlerini, ‘başkalarının mabedlerini camie çevirerek değil de, kendi yeni baştan inşa etseler daha doğru olmaz mı?’ diye kendi kendime soruyorum.)
*
Sonra, 70 km. kadar uzaktaki Tatvan..
Akşamın ilk ışıkları Tatvan’ı daha bir güzelleştirmiş.. Şehir, gölün iki tarafını kuşatmış adetâ.. 1940’larda 1-2 binadan ibaret bir boş arazide bu gün nüfusu 75 beş bini aşan bir Tatvan..
1979’da Nisanında, burada, bu yörenin yiğit çocuğu rahmetli Metin Yüksel’in şehadetinin iki ay kadar sonrasında yapılan ve şahsen de katıldığım büyük miting ve‘İran- Pakistan, sıra sende Müslüman..’ gibi şiarlar, hâlâ hafızalarda..
BİKAP (Bitlis Kardeşlik ve Adalet Platformu) tarafından tertiblenen ve yüzde 70’ini gençlerin teşkil ettiği ve çoğu genç hanımların da katıldığı ve 3 saate yakın bir konferans.. Fakir ve Hamza Bey tarafından. Dinleyicilerden birisi de Tatvan Belediye Başkanı Fettah Aksoy..
Fettah Bey, 1979’daki mitingde 13 yaşında olduğunu ve mitingten sonra gece sabahlara kadar Akıncılar Derneği’nde yapılan sohbette, çay vs. hizmetleri yapanlardan birisi olduğunu hatırlattı.. Şimdi de, halkının hizmetinde.. Geçen seferki BDP’li reis, şehrin imar planlarını alt-üst etmiş ve ağır borç yükü bırakmışsa da,Fettah Bey, heyecanlı bir hizmet adamı..
Pazar sabahı, Ersin ve Sinan beyler bizi güneş doğarken alıp, 115 km.doğudaki Van’a götürüyorlar; uçak 9.30’da.. Uçağın kalkmasına zaman varken Van’da kahvaltı yapıyoruz.
Sinan kardeş de, sevimli lehçesiyle ilginç şeyler anlatıyor.. PKK’nın uzantısı olan bir takım kuruluşlar gelmişler, bir ortak bildiriyi imzalamalarını istemişler.. ‘LPGD’lilere de özgürlük’ istenen bir maddenin, cinsî sapıklıkların resmen tanınmasını öngördüğünü öğrenince; ‘Bunu çıkarın, imzalayalım..’ demiş, bizimkiler.. Ama, onlar onu çıkaramayız demişler. Çünkü, AB fonlarından aktarılan yardımlar o şartlarla veriliyormuş..
*
Van kalesini ve kalenin civarında Selçuklulardan kalma ve 1979’da harabe halinde ve etrafı mezbelelik halinde gördüğümüz mescidleri ziyaret ettik. Ülkenin her yanında olduğu gibi, burada da, tarihî mekanlar, medreseler, camiler, türbeler restore edildiği üzere, bu mescidler de restore edilmiş, ediliyor.. Çevresi de park olarak düzenlenmiş.. Kale de güzel tanzim edilmiş.. Kalenin üzerindeki bir cami de de ihya olunmuş..
*
Ve uçakla İstanbul’a gelip, oradan da hemen, Bursa’ya geçiş.. Akşam, Ördekli Kültür Merkezi’nde merhûm Bahaeddin Yıldız kardeşimizin vefatının 5. yıldönümü dolayısiyle tertib olunan bir konferans.. Bahaeddin, Kunduz eyaletinde bir yetimhane kurmak üzere gittiği Afganistan’da bir uçak kazasında dünya hayatını kaybetmişti.