Editörlüğünü Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü Dr. Adil Bor’un yaptığı Haseki Konferansları isimli eserde (1) yer alan üç konferansın özetini geçen hafta sizlere sunmuştum. Geçmişten geleceğe çeşitli problemlerimize ışık tutmaları sebebiyle bu hafta yine üç konferansın özetini sunmakta yarar görüyorum.
Âyetleri Metiniçi ve Metindışı Bağlamında Anlamak
Erciyes Üniversitesi’nde tefsir hocalığı da yapan Kayseri İl Müftüsü Prof.Dr. Şahin Güven, Kur’ân’ın anlaşılmasında bağlamın rolünü 07.01.2016 tarihinde özetle şöyle anlatmıştır:
“Bizler Kur’ân’ı anlamaya çalışırken Kur’ân’ın ete kemiğe bürünmüş, hayata yansımış şekli olan Peygamberimizin hayatına bakarız. Zira Peygamber Efendimiz (s) Kur’ân’ı hem tebliğ etmiş hem de tebyin etmiş, açıklamıştır. Yine bizlerin Kur’ân’ı anlayabilmesi için esbâb-ı nüzûlü bilmemiz gerekiyor. Zira bir âyetin nerede, ne zaman, hangi olaylara binaen nazil olduğunu bilmek, o âyeti anlamak için önemli bir veri oluşturmaktadır. Kur’ân’ı ve ihtiva ettiği hükümlerini anlayabilmemiz için Kur’ân’ın nazil olduğu sosyal, kültürel ve tarihsel çevreyi çok iyi bilmemiz gerekiyor.
Kur’ân boşluğa inmedi, aksine o, bir zaman diliminde, bir mekâna ve belirli insanların yaşamış olduğu kültürel zemine nazil oldu. Öyleyse bizler âyetleri anlarken o çerçeveyi çok iyi bilmeliyiz. Ancak bu, tarihselcilerin dediği gibi, o âyetleri o zamana hapsetmek değildir. Aksine anlamak için o tarihsel mekâna ve zaman dilimine gitmemiz gerekir. Ancak anlama çabamızı o zaman ve mekânla sınırlandırmamız gerekmez. Oradan çıkarabileceğimiz hükümler ve mesajları insanlara evrensel değerler olarak da sunabiliriz. Bizim o evrensel mesajlara ulaşmamız için o tarihsel zamana ve mekâna gitmemiz gerekir. Bu sebeple bizler Kur’ân’ı anlamaya çalışırken, bağlamından hareketle anlamaya çalışmalıyız.
Bizim âyetleri anlarken yaptığımız yanlışlardan birisi, istişhad amaçlı kullanırken âyetleri bağlamından kopararak anlamaya çalışmamızdır. Böylece istediğimiz bir anlamı âyete yüklüyoruz! Oysa Kur’ân, her anlamın kendine yüklendiği, her anlamın kendisinden çıkarılabileceği bir kitap değildir! Âyetlerin bağlamını iyi tesbit etmek zorundayız. Kur’ân, insanların heves ve arzularına boyun eğecek bir kitap değildir. Öyleyse Kur’ân’ı kendi bağlamında anlamak ve yorumlamak durumundayız.
Tefsirin, yaşanan/yaşanmakta olan hayat ile birlikte ele alınması lazımdır. Bizler farklı bir bağlamda yaşıyoruz; Kur’ân bundan yaklaşık 1400 yıl önce nazil oldu, bizler ise 1400 yıl sonra farklı bir tarihsel, kültürel ve coğrafi ortamda yaşıyoruz. Tefsir dediğimiz zaman ya da Kur’ân’ı anlamak dediğimizde, bir tarafta biz varız diğer tarafta anlamak istediğimiz metin var.
Biz Kur’ân’ı anlarken mutlaka metin-içi ve metin-dışı bağlam diyebileceğimiz Kur’ân’ın tarihsel ve sosyo-kültürel çerçevesini çok iyi bilmek durumundayız. Sadece bu da yeterli değildir. 1400 yıllık bilgi birikimimiz yok sayılmamalıdır. Farklı kültürel mecralardan geçmesi bile İslam için, Müslümanlar için önemli bir tecrübedir…” (2).
Tekrara düşmemek için öncelikle mevcut birikimi incelemek
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tefsir hocası Prof.Dr. Abdulhamit Birışık, uzun yıllar ilmî araştırmalar yürüttüğü Hint altkıtasında İslami ilimlerin gelişimini 29.03.2017 tarihinde Haseki İhtisas Merkezi’nde şöyle anlatmıştır:
“Hindistan’da yapılan pek çok kıymetli ilmî çalışmadan haberdar olunmadığı için bugün ülkemizdeki ilim adamları aynı konulara tekrar eğilerek boşa zaman harcamaktadırlar. Mezhepler ve dindeki yeri, tasavvuf ve tarikatlar, Kur’ân’ın ve sünnetin dindeki yeri, Kur’ân İslâm’ı, Hz. Peygamber’in dindeki konumu, Batı dünyası ve İslâm ile ilişkileri gibi birçok önemli konu bu bölgede bizden çok önce tartışılmış ve geniş bir literatür ortaya çıkmıştır. Birçoğu Urduca olan bu çalışmalardan maalesef yeterince haberdar değiliz.
Hind altkıtasında başlangıçta Katolik misyonerler, 1600 sonrasında ise Protestan misyonerler faaliyet göstermişlerdir. Protestanların gelmesi ile Katoliklerin tesiri azalmış ise de bütünüyle sona ermemiştir. Katolik Cizvitler Hıristiyanlık propagandası için en elverişli bölgenin Hindistan olduğunu gördüklerinden buraya özellikle ilgi duymuşlardır. Cizvitlerin misyonerlik faaliyeti için Hindistan’a ilgi duyması benim de dikkatimi çektiği için bu konu üzerinde çalışma gereği duydum.
“Oryantalist Misyonerler ve Kur’ân: Batı Etkisinde Hint Kur’ân Araştırmaları” adlı kitabımı bu düşünce ile hazırladım. 1992-1995 arasındaki araştırmalarım üzerine “Hind Altkıtasında Urduca Tefsirler ve Ehli Kur’an Ekolü” adlı doktora tezimi hazırladığımda Hindistan’da ve Pakistan’da bu kadar çalışma ne için yapılmış? Neden Kur’ân’a bu kadar ciddi bir yöneliş var? Neden Hadis ve Sünnet üzerine bu kadar çalışılmış? soruları zihnimde belirdi ve buna nasıl bir cevap verebilirim diye kendi kendime sordum. Uzun çalışmalarımdan sonra bu sorulara şu cevabı verdim:
“Hint altkıtasındaki dikkatli İslâm âlimleri, misyonerlerin faaliyetlerinde dinin temel kaynaklarını ve temel umdelerini kendilerine ortadan kaldırılması gereken hedefler olarak belirlemiş olduklarını ve bu noktada epey de bir mesafe kat ettiklerini fark etmiş olmalılar ki acilen tedbir alma ve bunu telafi etme ihtiyacı görmüşler. Bu kadar fazla çalışma bu sebeple yapılmış, bu dev eserler bu yüzden ortaya konmuş.”
İşte bu farkında oluşun sonunda çok fazla koordineli olmasa da misyonerlerin meydana getirdikleri tahribatları gidermeye ve toplumu dinî temeller üzerine ayakta tutmaya yönelik tedbirler almaya başlamışlardır. Netice olarak yazılan tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf ve siret kitaplarının büyük bir kısmında bölgede meydana gelen değişimlerin dikkate alındığı göze çarpmaktadır.” (3).
Hint altkıtasındaki ilmî müktesebatı yakından tanımak
“Bölgede Müslüman âlimler tarafından 1600 sonrası kaleme alınan eserleri kategorize etmek gerekirse bunları birkaç gruba ayırmak uygun olur. Bunlardan ilk grup eserler doğrudan misyonerlere cevap vermek maksadıyla yazılan polemik ve tartışma türü kitaplardır. İkinci grup eserler misyonerlerin meydana getirdiği tahribatı tamir etme maksadıyla ama doğrudan onları muhatap almaksızın kaleme alınan kitaplardan oluşmaktadır. Üçüncü grup eserler ise yeni bir zihniyet inşa etmek üzere kaleme alınan ama misyonerlerin tahribatının ve yapmak istediklerinin farkında olunarak telif edilen eserlerdir. Batılı misyonerlerin gelmesinden sonra bizzat onların çizgisinde yazılan hatta İslâm’a içten içe Batılılardan daha fazla zarar veren eserler de kaleme alınmıştır. Başka bir grup eser ise misyonerlerin farkında olmakla birlikte büzülme, içe kapanma ve dar konular ile meşgul olma türünden kitaplardır ki bunlar da Hint İslâm toplumuna zarar vermiştir.
Şah Veliyyullah Dihlevî (1703-1762) gittikçe güçlenen Batı ve Hıristiyan tehlikesini fark ettiği için buna uygun yeni bir İslamlaşma projesi ve programı başlattı. Bu Kur’ân ve sünnet temelli bir ihya programı idi. İçinde mezheplerin ve sahih tasavvufun da bulunduğu ihya programında Kur’ân’ın ayrı bir yeri vardı. Bu sebeple kendi çocuklarını ve yakın öğrencilerini bu işe teşvik etti ve Delhi’deki Medrese-i Rahîmiyye merkezli olarak bu çerçevede yetiştirdi, kendi programına göre tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, İslâm düşüncesi alanlarında çok sayıda kitap yazdı.
Bu dönemde yeni bir ihtisas kolu daha ortaya çıkmaya başladı. Bu kol Siret çalışmaları içinde tüm İslâmî konuları ele almak şeklinde ifade edilebilir. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı peygamber değil de Allah’ın oğlu olarak gördükleri için kelam ile siret iç içe girmiş oldu. Müslüman âlimler de Resûl-i Ekrem’in hayatını merkeze alan ve İslâm’ı onun hayatı etrafında ortaya koyan eserler yazmaya başladılar. Bu yeni bir kelam ve siret demek idi.
1857 (İngiliz hâkimiyeti) sonrasında kendi iç işlerinde serbest olan Haydarâbâd Nizamlığı sınırları içinde müspet anlamda bir İslâmî faaliyetin olduğu ve İslâmî ilimlerin burada ciddi bir gelişme gösterdiği gözlenmektedir. Nizamlık’ta hem çağın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda eğitim kurumları oluşturulmuş hem de çok önemli eserler yayımlanmıştır. Birçok önemli klasik eser bu dönemde Haydarâbâd-Dekken’de yayımlanmıştır.
Haydarâbâd Nizamlığı tarafından 1917 yılında kurulan Osmâniye Üniversitesi, Dâru’t-Te’lîf ve’t-Terceme adıyla açtığı büroda tercüme ve telif faaliyetleri için yüzü aşkın meşhur ilim ve fikir adamını ve uzman mütercimi istihdam ederek çok sayıda kitap tercüme ettirmiş veya yazdırmıştır. 1919-1964 yılları arasında muhtelif branşlara ait 500 kadar eser Urduca’ya tercüme edilmiş, bunlardan büyük bir kısmı da yayımlanmıştır. Meclis-i Vaz’-ı Istılâhât adlı birim ise 1947’ye kadar toplam 100.000 kadar ıstılah üreterek bunların ilmî eserlerde ve ders kitaplarında kullanımını sağlamıştır.
Çoğunlukla Hanefî olan bölge halkı çalışmalarını daha çok Hanefîlerin meşhur kitapları üzerine yapmışlardır. Hidâye, Telvîh, Hüsâmî, Menâr gibi bazı fıkıh klasiklerine yapılan şerhler dışında önemli orijinal fıkıh eserleri de yazılmıştır. Toplumun pratik ihtiyaçları sebebiyle Hint altkıtasında fetva türü bir hayli fazladır…” (3).
Metni/sözü amacına uygun anlamak
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Saffet Köse, 18.01.2017 tarihinde İhtisas Merkezi’nde vermiş olduğu “Günümüzde Klasik Fıkıh Metinlerinin Anlaşılması” konulu konferansında fıkhi ihtilaflara ve çözümlerine izah getiren şu açıklamaları yapmıştır:
“İslami İlimler alanında söz söyleyen araştırmacıların üç fikrî yaklaşımı dikkat çekmektedir: 1) Kutsayıcı-korumacı yaklaşım. 2) Geleneği yok sayan ve hayatın önünde engel gören modernist yaklaşım. 3) Tarihî mirasımızı kendi doğal ortamında değerlendirip günümüz şartlarıyla tutarlı şekilde bağlantısını kurmaya çalışan mutedil yaklaşım.
Birinci yaklaşım, hayatın doğal akışına aykırı bir görüntü çizdiği için bir anlamda suyu tersine akıtmaya benzediğinden kendiliğinden devre dışı kalması bir yana son noktada gelenek ile bağlantının zayıflamasına ya da tamamen koparılmasına zemin hazırlamaktadır. Bu yaklaşım bizzat mezhep imamlarının ve kadim ulemanın duruşu ile de çelişmektedir. İkinci yaklaşım sadece geleneği yok saymakla kalmamakta aynı zamanda onun temel metinlerini de hedef almakta, suçlayıcı ve mahkûm edici bir tavır takınmaktadır. Üçüncü yaklaşım tutarlı olanıdır. Ancak burada da geleneği anlamada zaman zaman sorunlar yaşanmaktadır.
Sonuç olarak; sözün yazıya geçmiş hali olan metin ile muhatabı arasındaki en sağlıklı ilişki, amaca uygun anlaşılması ile gerçekleşir. Metnin sahibi ile doğrudan iletişim imkânı yoksa onunla kurulacak ilişkide en önemli iki şart; yöntemin tutarlı ve muhatabın samimi olmasıdır. Aksi takdirde sadece bilimsel bir tutarsızlık ortaya çıkmaz aynı zamanda ahlaki bir sorun da meydana gelir. Bu, metne haksızlık ve sözün sahibine eziyettir” (4).
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Selim Argun, İstanbul Müftüsü Prof.Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, meşhur mütefekkir Cevdet Said, Prof.Dr. İsmail Taşpınar, Doç.Dr. Mahmut Çınar, Doç.Dr. Ramazan Yıldırım ve İbrahim Zeyd Gerçik’in konferanslarına da yer veren “Haseki Konferansları”nın; Diyanet İşleri sabık reisleri Prof.Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof.Dr. Mehmet Görmez ile diğer hocalarımızın konferanslarına yer vermesini beklediğimiz ikinci kitabının da gecikmeden yayımlanarak milletimizin istifadesine sunulması temennisiyle, kitabın editörlüğünü üstlenen Dr. Adil Bor’u tebrik eder, engin birikimlerinden müstefid olduğumuz muhterem hocalarımıza şükranlarımı sunarım.
Kaynaklar:
1. Adil BOR (Ed.); Gelenekten Geleceğe Haseki Konferansları, Haseki Mezunları ve Mensupları Derneği Yayını No: 1, İstanbul, 2018, 207 s.
2. Şahin GÜVEN; “Kur’ân’ın Anlaşılmasında Bağlamın Rolü”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.111-118.
3. Abdulhamit BİRIŞIK; “Hint Altkıtasında İslâmî İlimlerin Gelişimi ve Tefsir İlmi”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.81-110.
4. Saffet KÖSE; “Günümüzde Klasik Fıkıh Metinlerinin Anlaşılması Sorunu”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.130-158.