Dünyada dijitalleşen hizmetler ve imajlar, alışageldiğimiz usul ve tarzları muhtemelen geriye dönülmeyecek şekilde değiştirecek. “Yapay zeka” artık uzak bir hedefi göstermiyor. Cep telefonlarımız ve bilgisayarlarımızın bazı uygulamaları ise bu yeni kavramı hayatımızın içine sokmuş durumda.
Evde bahsettiğiniz bir şehir ya da bir ev aletiyle ilgili reklam ve tanıtımlar kısa sürede cep telefonunuza ya da elektronik posta kutunuza düşmeye başlıyor. Benim de bu yazıları kaleme alırken bazen yararlandığım konuşmayı yazıya dönüştüren ve artık sıradanlaşan uygulamalar kendilerini geliştirmeye yatkınlar. Farklı diyalogları ezberleyerek tamamlama önerilerini ileri sürebiliyorlar. İlgi alanlarınıza göre kitap önerileri, tatil seçenekleri, video önerileri sizin o zamana kadar farkına vararak veya varmayarak paylaştığınız bilgi ve bıraktığınız izlerle kullanılan algoritmalara dayanıyor.
1990’ların başında sadece basit bir daktilo fonksiyonu olarak düşüncelerimizi klavye hareketleriyle ekrana dijital olarak yansıtarak kaydetmenin ne kadar ileri bir teknoloji olduğunu zannediyorduk. Zamanla otomotiv ve bilişim sektöründen başlayarak yayılan seri üretim bant robotları; sanat eserlerine kadar her şeyi kopyalayıp çizen üç boyutlu yazıcılar hayatımızın sıradan ve şaşırtmayan yenilikleri oldu. Şimdilerde ise robot sistemleriyle uzaktan bir ameliyatın yapılması, düşüncenin aracısız şekilde yazıya dönüştürülmesi, beyin ile medikal robotlar arasında bağlantı kurulması gibi daha uçuk çalışmalar yürütülüyor.
Bir seri üretim bandının yüzlerce işçiyi işsiz bırakacağı tartışmaları, küresel işletmelerin çalışmaları ve dayanılmazlığı karşısında farkına varmaya fırsat kalmadan sonlandı bile. Yalnızca bir kişinin yönettiği işçisiz fabrikalar artık bilim kurgu değil. Bu gelişmelerin doğuracağı ekonomik tekelleşmeler, gelir dağılımı dengesizlikleri ve sosyal barışın geleceği tartışılması gereken mühim başlıklar arasında. Ancak bunun yanında, küresel rekabet şimdiye dek olmadığı kadar yükselerek önüne katarak milletleri varlık-yokluk sınırında gezdiriyor. Bundan sonrası içinse hafifleme değil, tam aksine korkunç bir tekelleşme ve ekonomik hegemonya yaklaşıyor. Bu noktada ayakta kalanların üretenler ve bunun pazarını bulanlar olacağı tartışma götürmeyecek kadar açık.
ABD, Alman, Japon, Fransız, İngiliz ve ayrıca AB ürünleri dünyanın her köşesinde pazarlarını bulurken aralarında rekabetle gelişiyorlar. Tayvan, Singapur, Güney Kore ve hatta kısmen Malezya kendi üretim ve alanlarını açma mücadelesine girmişti. Çin ise bambaşka bir örnek: Son 30 yılda sürekli katlanan ve büyüyen ekonomisini tamamen yerli üretim ve ısrarcı pazarlama gücüne borçlu. Bütün dünya onun için sınırsız bir pazar veya pazar olamıyorsa kullanılacak transit bir yol. Bir kısmı ise hem pazar hem de güzergah…
Üçüncü dünya ülkeleri ise küresel rekabet pazarının ya alıcıları ya da en iyi ihtimalle fason üreticileri konumunda. Yani patronun siparişlerini yerine getiren ancak kendi işini kurduğunu düşünen işçi durumundalar. Piyasanın orta ve uzun vadede asıl kazananları, üretimi yapan devletler… Dünya ülkelerinden bir kısmı ise, ekonomilerini üretenlerden alıp üretemeyenlere satış yaparak devlet ölçeğinde marketçilik ile yetinmekteler.
Üretenler, sanayi devrimi aşamasını tamamladıktan sonra devlet modellerinde kapitalizmin yıkıcı etkilerini gidermek üzere çözüm arayışlarını yaklaşık yüz yıl önce tamamladılar. Sosyal devlet araçlarını zaman zaman ve belirli dozajlarda uyguladılar. Kendilerine yeterli tarım politikaları da oluşturdular. Üretim gibi asli beka probleminin farkında olarak onunu yanında işin fantezisi kalan kültür ve sanat alanlarında da ilerlediler. Kültürel üstünlüklerini, medya, müzik, fotoğraf, sinema, tiyatro, resim vb. alanlarda yine kendi lehlerine büyük bir ekonomik güce çevirmeyi başardılar.
Klasik sektörlerdeki başarıların rekabette ayakta kalmak için yeterli olmadığının farkında olan ülkeler 1980-90’larda küresel rekabette ayakta kalmak için farklılık oluşturan yepyeni ve devasa bir alana girdiler: Bilgisayar teknolojileri. Onu cep telefonları izledi ve artık robotların ve basit yapay zeka ürünlerinin piyasası genişledi. Artık mesleki tartışmalarda, doktorluk, öğretmenlik, öğretim üyeliği, bakıcılık, avukatlık ve hâkimlik mesleği de dahil, yapay zekanın her alanda kullanılabileceği; gelecekte sadece işçilere değil, bugün için saygın görülen hiçbir mesleğe de ihtiyaç kalmayacağı önermeleri savunuluyor.Bütün bu robotik mekanizmalar er ya da geç olacak. Fakat içinde insan zekası, ruhu ve kalbi olmayan mekanizmaların insanın yerini tam olarak alması bence hiçbir zaman mümkün olmayacak. İnsanın ruhuna ve gönlüne dokunan bir anne, baba, dost, arkadaş, kardeş olarak ikame edilmeleri istenilen sonuçlara asla ulaşamayacak.
Bütün bu tartışmalar bir yana, 5 Kasım 2019 tarihinde Ankara’da katıldığım Yükseköğretim Kurulu’nun “Geleceğin Meslekleri, Mesleklerin Geleceği” başlıklı kongre ve çalıştayında önemli ve büyük başlıkların konuşulması son derece ümit verici. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve YÖK Başkanı Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç’ın ardından, TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan, TOBB Başkanı M. Rifat Hisarcıklıoğlu, Prof. Dr. Acar Baltaş içerik olarak birbirinden dolu konuşmalarıyla mevcut duruma işaret ederek geleceğin dünyasına nasıl hazırlanması gerektiği konuları üzerinde görüşlerini açıkladılar. Türkiye’deki Yükseköğrenimin buna ne kadar hazır olduğu ve neler yapılarak hazırlanıldığına dikkat çektiler.
Gerçekten bir dalga değil, tsunami ölçeğinde gelen bilişim teknolojisi dönüşümünün dışında durulamayacağına göre içinde ancak kendimiz olarak kalmayı başararak konumlanmak gerekiyor. Bunun ülkemizdeki yegane adresi ve muhatabı üniversitelerdir. Üniversitelerimizde bu konulardaki ana gövde olan Bilgisayar ve Yazılım Mühendislikleri himayesinde açılan “Dijital Medya ve Pazarlama”, “Üç Boyutlu Modelleme”, “Yapay Zeka Mühendisliği”, “Yazılım Geliştirme” gibi alanlar geleceğe hazırlanma bakımından önemli. Bu değerli adımların hedefine ulaşması için en kritik nokta bence şurası:
Öğrenimlerini burada tamamlayan mezunlar, yukarıda belirtilen konu ve alanlarda patent ve buluşlarını, becerilerini paylaşabilecekleri yerli üretici firma bulamamaları halinde yurtdışına gitmek zorunda kalırlar. Bu durumda en nitelikli yetişmiş insanlarımızı, üreten ülkelere “ara eleman“ olarak kaptırmış olacağız. Bu sebeple, iş dünyası ile üniversitelerin gerçekçi işbirliği elzem. Başarılı modellerin uyguladığı formül basit bir sistem üzerine kurulu, ama uygulaması nedense bu kadar kolay işlemiyor: İyi yetişmiş mezun, hukuk ve iş ahlakının işlediği iyi bir iş ortamı, patent haklarının korunması, makul vergi, üretim odaklı çalışma ve bütün taraflar için emeğin karşılığının alınması… Böylesi bir sistem kendisini yeniler, süreklilik arz eder, büyük bir pazar olmak yerine, büyük bir üretici olmayı tercih eder ve iyi yetişmiş insanını dışarıya kaptırmaz.