Dünya manevi bir buhran geçiriyor. Anlaşmazlıklar savaşlara, savaşlar katliamlara katliamlar soykırımlara evriliyor. “Ya rab, yok mu bu gecenin sabahı?” diye mütehayyir bir şekilde sendeleyip durduğumuz günler yaşıyoruz.
Alem-i İslam’la, Müslümanlar’ın ahvaliyle dertli her mü’minin cevap aradığı tek bir soru var: Ne olacak bu İslam aleminin hâli? Her meşrep, kendi penceresinden gördüklerine; Kur’an, sünnet ve hadislerin nurunda bir çözüm geliştirme, bir ecza bulma telaşında… İmamesi kopmuş bir tespihin taneleri misali her bir ferdi dünyanın başka bir coğrafyasına dağılmış Müslümanlar’ın ve İslam devletlerinin düze çıkabilmesi için önerilen çeşitli yollar var.
Bunlardan biri de İttihad-ı İslam. Yani “İslam Birliği”
Bugüne kadar İttihad-ı İslam’la ilgili paneller yapıldı, kitaplar, makaleler yazıldı, manşetler atıldı, karikatürler çizildi ve saire…
Bu konular açıldığında çevremizdeki bazı insanlardan İslam alemi içinde bir birliğin, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir -hayalden ibaret- olduğu, kulağa çok ütopik geldiğine dair yorumlar duyuyoruz. Bunun sebeplerini sorduğumuzda ise genellikle, “Nasıl birlik olacaklar ki? Baksanıza; hepsinin mezhebi, meşrebi, mesleği başka başka. Birbirlerine sıcak bakmıyorlar, hatta birbirlerini tekfir derecesinde dışlıyorlar” deniyor.
Haksız sayılmazlar. Fakat;
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslam’dır” diyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu konuyu da müphem bırakmamış ve “Ey dinî cerîdeler! Dinî cemaatler maksatta ittifak etmelidirler. Mesâlikte ve meşreblerde (takip edilen metod ve yollarda) ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve ‘Neme lâzım, başkası düşünsün’ sözünü söylettirir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Makalât) ifadeleriyle, dini cemaatlerin meslek ve meşreplerde birleşmelerinin mümkün olmadığı gibi caiz de olamayacağını dile getirmiştir. Said Nursî’nin bir asır önce dile getirdiği bu fikirler günümüz Türkiye’sinde ve İslâm dünyasında özlenen “birlik” ihtiyacına ışık tutuyor ve Müslümanları öncelikle “maksatta ittifak”a dâvet ederken, bu ittifakın dayanması gereken asgarî temel ölçüleri de büyük bir isabetle dikkatlere sunuyor. Bunu yaparken, birlik-beraberlik bahsi açıldığında hep gündeme gelen “Nerede birleşelim?” sualinin cevabını da veriyor.
İslâm cemaati içinde, hangi meşrep veya metoda mensup olursa olsun, karşılıklı muhabbete, kardeşliğe ve ittifaka esas olacak sayısız birlik bağı mevcuttur. Her şeyden önce Allah’ımız birdir. Yine Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “Hâlikımız bir, Mâlikimiz bir, Mâbudumuz bir, Râzıkımız bir… bir, bir, bir… bine kadar bir bir.” Ardından Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir… bir, bir… yüze kadar bir bir. Köyümüz bir, devletimiz bir, memleketimiz bir… ona kadar bir bir. Bu kadar birlik bağı varken, ihtilâfa sebep gibi görülen küçük bahanelerin ne kıymeti olabilir?
Elbette ki hiç ehemmiyeti yok. O halde?