Uzun seyahatlerde, dağlardan kalbime dökülüyor hüzün; zihnimde uçuşuyor birçok derin özlemek… Sıla-ı rahim hüzün veriyor. Ve elbette kelimeler oluyor yazanın tesellisi… Yan yana, sıra sıra dizdiğim cümlelerle kendimi avutuyor, ruhumu oyalıyorum.
Bulutların gölgesinde ve güneşin mihmandarlığında ülkenin derinliklerine doğru kaybolurken; yanımdaki arabadan dönüp gözlerime bakan mutlu yüzlere, başka hayatlara iltica ediyorum birkaç saniye…
Bizim olmayan hayatı vekâleten yaşarken; göçenleri düşününce, ‘gelecekten çok, anısının olduğu çağdaki insanlar’ akla gelince, mutluluk da eğreti duruyor yüzümde…
Kayıplarımın artmasından çekinerek, hasret ve gözyaşlarımdan tasarruf ediyorum. Uzakta, her hangi bir noktaya gözlerim takılıp kalıyor. İnsan, yaşı ilerledikçe daha bir taşralaşıyor.
x X x
Kalbim, gözlerimden uzağı görüyor. Tekerlekler asfaltı yutarken otobanların ulaşmadığı; yarım, kesik yollar ve şeritlerin yetişmediği, çok uzak diyarı yaşıyorum içimde, yaşamadan… “Tek oda, küçük o köy evinde, ‘büyük bir hayat vardı’ dudak bükülen…
İstanbul’da evler büyüdü; ama hayatlar küçüldü” zannediyorum. …ve merakla üzerinden geçiyorum henüz eksilmemiş, daha başka kan karışmamış o bakir dünyanın…
Kardeşler arasında ne zekâ oyunları, ne bilmeceler, ne fıkralar dökülürdü gökyüzüne ve ne ‘konuşma teknikleri’ geliştirilirdi kendi içinde, kendi kendine.
İstanbul’a gelince; buğulanan hayatlar ve savrulan aile ile; şimşekler, sıla, gök gürültüsü, özlem döküldü içimize… Bulutlar toplandı, kalbimiz dağıldı.
x X x
“Hayat, olduğundan başka bir şey değilse yaşanmaya değmez” diyerek hicret edildi Doğu’dan Batı’ya…
Uzun yolculuklarına çok güçlü bir sebepti belki, ‘hayatta, haksız bir hayat…’ Ama gece üzerine örtülünce o köyün, nasıl da ‘masumiyet’ yerel dünyaya dağılır; dini bir sükûnet yayılırdı kim bilir… Kalbini çekiştirse de orası, naif bir hayatın yaşandığı beldeye su değildi akan, ilahi huzurdu… Güneş, nasıl da mukaddes dururdu.
Kırık dökük bir köy levhası bile senden daha modern görünürken, kalmak ağır geliyordu belki de… Tenine bu kadar yapışınca insanın yürek kesintileri ondan kurtulmak isterken derisini de yüzüyor, bütün isimlerini de… Göç, sadece bir coğrafyadan kopmak değildi; tarihi yakmak, eskiden, benliğinden kaçmaktı. Bu yüzden üzerimiz is kokuyor; tahrip olmuşuz da mahcup bakıyoruz.
x X x
Özendiğimiz buradaki hayatlara takılıp da “Bir tek yıldızlarımız ortaktı onlarla. “Onlarınki çok kültürlü, bizimki gururlu görünürdü” diyerek çocukluğumuzu güneşle birlikte batırmışız… Bir ülkeden bir iç ülkeye giderken, taş tünelin duvarlarından çıkıp gara ulaşmak için makas değiştiren Doğu Ekspresi’nin,
3 numaralı perona sokulurken, tonlarca ağırlıktaki öfkeli pistonlarından çıkan fren gürültüsüyle sindiğim kompartıman camının garantisinde, geçmişle yüzleşiyorum…
Akşamın sessizliğinin fısıldadığı gibi; “Kars olmadan belki bize bir şey olmaz da; ya biz olmadan Kars’a ne olur” ölçüsüz sorusunun muhasebesini sokak lambalarının sırdaşlığında yapıyorum. Kaldırımlarda ayak sesimi yine ben işitince; duygulanıyor yürek… Gidenler, gençliğimizi de götürdü. Hayatımızın nabzı kesildi. Onların gölgesi vuruyor gönlümün kıvrımlarına…
x X x
‘Dil’ göç ailemizin tek gerçek vatanı… Geçmişi konuşurken, mutlaka bir eski kelime üzerine hafıza yoklaması yapılıyor, nükteler anlatılıyor, dakikaların huzuru alınıyordu. Köy, her daim içimizdeki hüznü, zamana not düşüyordu.
Kıvrılan, inip çıkan yolda bizim meskene ait; bir iz görünce, bir dost sesi duymuş gibi oluyor, seninmiş gibi sahipleniyorsun… Gözlerine değiyor yine annenin kokusu, önündeki otobüsün üzerindeki çamurlu Çifte Minare’ye bakarken… Buram buram hasretle yanaklarına bırakıyorsun büyüklerin yokluğunu, ardında bırakmak istemiyorsun ‘Doğu Kars’ yazan şehirlerarası otobüsü…
Burnunu göstermekten utanan mahzun kadın, dere boyunca çamaşır yıkarken koşturduğun su oyunları aklına gelince bu kez ruhuna ferahlık değil; bir alev yayılıyor. Güreş tuttuğun deredeki balıklar da seninle göçmüşler… Eskiden coşkuyla akan suların mağaralara vuran yankısı artık melankolik…