İstanbul sokakları bugünlerde, teknoloji harikası LED aydınlatmalarla ışıldıyor ve büyük küçük birçok kişi gözlerini yere indirilmiş yıldızlardan alamıyor.
Her şeyin sahtesi gibi yıldızların da sahte aydınlığıyla gözlerimizi kamaştırıyor yine ve yeniden Batı. Neden? Çünkü Noel(miş).
İçimizden biriymiş kadar rahat dolaşıyor aramızda Noel Baba.
“Sen kimsin?” diye soruyorum büyük ışıltılı mağazanın önünde allı pullu çuvalından, özendirme hediyelerinden birini uzatan kırmızı kostümlü beyaz sakallı kişiye…
-Noel Babayım!”
-Adın nedir?
-Mehmet, abla!”
-Nerelisin Mehmet?
-Kars, Sarıkamış…
Zihnimde Mehmet ile Santa Claus arasındaki korkunç mesafeyi acı ile izlerken, memleketinin bendeki tevafuku ile yüzüme şaşkınlık aksetmiş olmalı ki,
-Bozuldun galiba abla? Kürt olduğum için mi?!
Ne de gafletten mülhem bir soru bu Mehmet! Tabiî, benim Noel Baba’ya hesap sorarken hesap verme konumuna düşmem ise başkaca bir gaflet.
Küçük bir hayıflanma yaşasam da hem hesabımı verip, hem Noel Baba’nın gafletine düğümü atmak için çabuk hareketlerle kimliğimi çıkarıyorum çantamdan.
-Babam askerdi. Şark hizmetindeyken, Sarıkamış’ta doğmuşum, deyince hemşehri ruhu uyanıyor Mehmet’in ve kurdeleden bir fiyonk gibi kocaman gülüşe dönüyor gerilmiş dudakları.
Öyle güzel ve öyle içtenleşiyor ki bakışları vatanımın doğusundan dostça, kardeşçe tatlı bir rüzgar içimizin dağına, taşına dokunuyor. Toprak kokusu, ayran köpüğü, yufka ekmeği kadar saflaşıyor Mehmet’in gözleri… Çok seviniyor, çok belli…
Elini çuvala daldırıp birden fazla hediye vermek için gayret kesiliyor. Bir kaç dakika önce sesine iğreti oturmuş mesafe ben/sen olmaktan çıkıp “biz” gayretiyle kayboluveriyor.
Öte yandan içimde bir başka kavganın telaşına düşüyor zihnim… Resul-u Kibriya’nın sünnet-i seniyyesi olan hediyeleşmenin Aziz Santa Claus’a mâl edilmişliğinden imtina ederek hediyeleri almadan, hatta yanımdaki arkadaşımı da orada unutarak uzaklaşıyorum.
Ardımda ismi “Mehemmed-Muhammed” kökünden ilhamla Mehmet konmuş Noel Baba kostümlü genci bırakırken; Batı’nın, ülkemin en doğusuna, Kars’ına, Mehmetleri’ne nasıl da mahir bir eda ile ulaştığını görmenin ıstırabı gözlerimde ateş olup yanıyor.
Buna sebep olan anlayışımıza, kendime, bölünmüşlüğümüze, yenik düşmüşlüğümüze kırgın/kızgın koşma azmiyle uzaklaşıyorum. Her adımımda Asr-ı Saadet’ten izler görmek varken, Noel ışıltıları arasında ayaklarım dolanıyor.
Hızlı adımlarıma geride kalan arkadaşım (Mahinur) yetişip ironik bir ses tonuyla,
-“Niçin ağlıyorsun Elishabeth, yoksa mesut değil miyiz?” Bak her taraf ışıl ışıl. Ne istersin elin garibinden? Belli ki üç beş kuruş harçlık çıkarmak için yapıyor bu işi… Diyor.
-Mehmet’i suçluyor değilim. Ama doğrusu şu ki, mesut da değilim”
-Neden kuzum?!
Bile, isteye kandırılmaya bu kadar mı teşne olunur? Bu kadar mı farkındasızca aslı inkâr, kendine hain olmaya talip bu millet? Post-modernizmin ruhu hiçleştiren dolaylı direktifleri ve damarlarımızdan imanı, geçmişimizi ve öz kimliğimizi şırıngayla çekmek için uyguladığı büyülü taktikleriyle insan ruhu maddî-manevî bir kuraklığa sürükleniyor.
Geçmişin görkemi ve zamanın tatminsizliği arasında mekik dokurken insanlık; aklî, ruhî, dinî, lisanî, cinsî ve siyasî açılardan her geçen gün derin parçalanmalar yaşıyor.
İşte bu feci ahvalimizin mimarlarının yüzündeki sinsi gülüşleri düşündükçe kederim artıyor. Kendim için, Mehmetler için, Bahar Çiçeklerim için, vatanım için, milletim için içime derin bir sızı çörekleniyor.