Her şeyden önce, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi bir başlangıç değil, tam anlamıyla bir sonuçtur.

Aralık 1917 Yılında Kanuni tarafından yaptırılmış olan Yafa kapısından şehre girişiyle sembolik olarak “yeniden fethi” (reconquista) tamamlıyordu. Dahası var.  Bundan tam 100 yıl sonra, bu hafta bu olayın 100. yılında Kudüs işgalcisi İsrail’in, üç dinin ve biz zamanlar birlikte yaşama kültürünün sembolü olarak gösterilen bu şehri başkent ilan etmesi ve hemen ardından ABD Başkanı tarafından destek mesajı verilmesi hiç de tesadüfi değil. Bunlar, uzun soluklu, gücünü ve dengeleri tanıyan bir stratejik planlamanın ürünü.

Bunun adı onların başarısı açısından bir tarih ve coğrafya şuurunun meyvesi. Bizim açımızdan ise her yönüyle tam aksi.

İsrail’in kuruluşunu, onu oraya taşıyan güçleri ve hesapları anlamadan, 1947 yılında nevzuhur bir işgalci güç olarak ortaya çıktığını zannetmek bütünüyle yanıltıcı. Kudüs’ün ne zaman başkent olacağının kararı bu hafta alınmadı aslında, yalnızca ilanı bu haftaya denk geldi. Bu planlar en az yüz yıl öncesine ait işleyen ve aksamayan stratejilerin ürünü.

Bu can yakıcı tespit, bizi karamsarlığa ve çaresizliğe değil, tam aksine çalışmaya, öğrenmeye ve gayrete yöneltmeli. Üzerimize düşenleri tek tek bizlere hatırlatmalı. Üzerimize düşenleri yapmamışsak Kudüs için ağlamaya bile yüzümüz yok bence. Annesinin El Ultimo Suspiro del Moro tepesinde son Endülüslü Sultan Ebu Abdullah’a anasının yüzüne çarptığı kadar acımasız olmayalım kendimize ama, herkesten on kat daha fazla insanlar gibi çalışmadıkça, okumadıkça, anlamadıkça, üretmedikçe bu coğrafyanın insanı, ne olduğunu bile anlayamadan böcekler gibi ezilecek. Ölümleri istatistiklerde bile çarpıtılmış ve indirgenmiş rakamlar olarak yer tutacak.   

Geçen yıl, tam da bu vakitlerde bu köşeden “Halep’le kaçıncı “düşüş”; ne yapmalıyız?” adıyla bir iki yazım yayınlamıştım. Şöyle başlamıştım.

“Tarih ve coğrafya şuurumuz olmadıkça artık adını bile unuttuğumuz “düşüş”ler, maalesef ileride bizler için bir acı hatıradan başka bir şey ifade etmeyecek. En iyi bildiğimiz ve elimizden gelen işleri; mesela, sivil toplum desteğini, insani yardımı, duayı bütün toplum elinden geldiğince yapıyor zaten. Pekiyi, daha fazla ne yapmalıyız? Neler yapılabilir?”

Yazımın ikinci bölümü şu cümlelerle bitiyordu: “…dünya işlerinin” gereklerini, usulünce, işin icabınca ve kendi dilince; fizibilite ve altyapısını kurarak oluşturamazsak bize sinema sahnesi toplanırken gözyaşlarıyla dua etmekten öte bir şey düşmeyecek…”

Evet, başta dediğim gibi “Halep kaçıncı defa düştü?”… Kahire askeri darbeyle askıda, Bağdat gündemden düşeli çok oldu. Gazetelerin hararetli Türkmendağı ve Kerkük başlıkları, hızla değişen konjonktürle birlikte hatırlanamayacak kadar uzaklaştı. Geçen yıl, 28 bin cami ve mescidin yıkıldığı Doğu Türkistan, konjonktürel sebeplerle gündemimizde hiç olamayacak.

Klasik bir söz ve slogan olarak “uyanın” diyeceğiz, kendimizi “uyanık” diğerlerini uyuyanlar” zümresine katarak. Bu bize kendimizi daha iyi hissettirecek ve muhtelif sloganlar eşliğinde günü kapatacağız. Önümüzdeki ay, farklı bir ülke ve dünya gündemi zihnimizi işgal ederken Kudüs için elimizden gelen her şeyi yaptığımızı düşünerek gönül rahatlığıyla uyumaya devam edeceğiz. “Allah en büyük”tür derken bütün tembellik ve ihmallerimizi örtmek üzere onu vekil kılmış olma rahatlığını yaşayacağız.

Uyanmanın yolu, önce durumun vahametini anlayıp, dünyada olanı biteni anlamaya çalışmak, bir baştan diğerine coğrafyanın başına gelenlerin sebeplerini tespit etmek gerekiyor. İslam dünyasında şu anda bildiğimiz bütün halklar, 16. yy sonrası yaşadıkları fikri bocalama ve ekonomik duraklama ile dağılmayı ve hemen ardından korkunç bir çözülmeyi yaşadılar. Bir daha toparlanamadılar. Bu hal, yüz yıldır “sonuç”larını görüp aynı tepkiler verdiğimiz tabloları bizlere yaşatıyor. Sürekli olarak “sonuçlar”ı gerçek sebepler gibi bağlamının dışında anlamaya çalışıyoruz.

Üzerimize düşeni yapmadık, yapmıyoruz, yapmaya da niyetimiz gözükmüyor. Çünkü gerçekten teşhis edilmeyen hastalıklar kronikleşir ve tedavi yolları tıkanır.

Geçen ay yayınlanan “Perspektif Kodları 1” adlı kitabımda naçizane her yazımın sonunda problemlerin teşhisiyle birlikte çözüm önerilerine dikkat sunmaya çalıştım. Kitapta, sosyal bilimlerin tamamı için geçerli olan ve son derece önemli olduğunu düşündüğüm bir teoriyi kurduğumu düşünüyorum: Olayları anlamada, “5D Değerlendirme Anahtarı: “Hal-Tarih-Mekân-Derinlik İhtimal Boyutları Teorisi”. İç politika, eğitim, dış politika, güvenlik, kültür, dil, sinema vd… Çevremizdeki bütün olayları, teoride bahsettiğim beş boyut/esas (dimension) yönüyle anlamayı başaramadığınızda planlarınız her seferinde bozulmak zorundadır.

Kudüs de böyle… Olayı anlamak için mevcut durum analizinde, tarih, coğrafya, felsefe ve stratejik yönleriyle gelecek kurgulaması yapılmadıkça aynı sonuçları daha çok göreceğiz.

Çözmediğimiz, ötelediğimiz veya gururumuza dokunan her teşhis geciktikçe kangren derinleştiriyor. Her bir uzvumuz kesildikçe son sığınak olarak feryat ve duaya sarılıyoruz. Kuzey Afrika, Kırım, Hicaz, Kafkasya geçtiğimiz yüzyıllarda kesilen uzuvlarımızdı. Sonra, Batı Trakya, Batum, Kahire, Kaşgar, Bağdat, Banja Luka, Grozni, Halep, Kudüs, … vd.

(“Ne yapılmalı?” konusunda devam edeceğiz…)