Paranın ve eşyanın ipoteklediği hayatlarımızı ezber adımlarla yaşıyoruz. İşe yetişiyor, mesaimizi tamamlıyor, alışveriş yapıyor, evlerimizin düzenini sağlıyor ve daha pek çok detayı koordine etme çabası içinde bitap düşüyoruz.
Gün battığında, bedenimiz yorgun, zihnimiz dolu, kalbimiz ihmal edilmiş bir halde düşüyor yastığımıza başımız.
Kimimiz fıtrat gereği günü uyku öncesi gözden geçirirken, kimimizin bunu yapmaya fırsatı olmadan uykunun kollarında kayboluveriyor.
Ben elimde olmadan daha doğru bir tabir ile fıtratım gereği yaşadığım her şeyi uyumadan önce gözden geçirenlerdenim. Bu bir huy… “Bir dağın yer değiştirdiğini duysam inanırım, bir insanın huy değiştirdiğine inanmam!” diyerek psikolojik anlamda insanı çözümleyen Peygamberimizin bu sözünün ispatı gibiyim.
Büyüklerimizin “Can çıkar huy çıkmaz” dedikleri de bu hadisi şeriften mülhem olmalı.
Konuyu dağıttığımı düşünmenizi dilemem. Hemen esasa dönüp günü gözden geçirme bahsimize devam ediyorum.
Gördüğüm şu oluyor genellikle, olabildiğince çevremdeki insanlarla temas halindeyken, kâinattaki değişimleri ve kendi hissedişlerimi hatta ibadetlerimin bir kısmına sahici zaman ayırmadığımı fark ediyorum. Kimseyi bekletmek istemezken, kendime dair, ibadet, tefekkür, şükür gibi akidelerimi erteliyorum. Peki bu ertelemelere sebep olan nedir diye sorduğumda, karşıma hep eşyanın ve eşyayı temin ettiğimiz paranın çelmesini buluyorum ayaklarımda…
Bana hizmet etmesi gereken eşyaların tozunu alırken, hissi yorgunlukların tortusu ile yorgun düşmüş kalbimin tozunu almayı ihmal ettiğimi görüyorum.
Hayatımı kolaylaştıran araçların giderlerini karşılamak için, fikir kuyusu aklımın, zamansızlıktan okuyamadığım için suyu çekildiğini fark ediyorum.
Mesai saatlerimi hakkıyla doldururken, bir koca gün sevdiklerimin sesinden, nefesinden uzak, yoğunluktan hiç aklıma gelmediği zamanları soluyorum.
Haftada bir, izin günlerine tıkıştırılmış buluşmalardan ve gün yoğunluğu içinde “Şimdi müsait değilim, olduğumda seni arayacağım” diyerek en sevdiklerimin, çok kıymetlilerimin sözlerini ağızlarında bırakıyorum. En yakınlarımın beni idare etmesini hakkım olarak gördükçe, en çok onların hak ettiği zamanı, zarafeti, letafeti onlardan çalıp başkalarıyla paylaşıyorum.
Ve işte hikâye burada başlıyor. Yaşamak sermayemi, başkalarıyla paylaştıkça hızla başkalaşıyorum. Ve en sevdiklerimle aramda oluşan mesafeyi işte bu başkalaşmış ruh halimle okuduğumda, ne acıdır ki, suçu kendimde değil sevdiklerimde bulur oluyorum.
Eylediğim her şey aklım, kalbim, ruhum, bedenim ve sevdiklerim için olmalı değil miydi? Şu onlarsız geçen koşuşturmacalarımı ne ile izah edebilirim? Hangi mazeret beni haklı çıkarır da bunca ihmali telafi edecek bir çözüme ulaşabilirim?
Ne vakit hayra niyet ettim deyip güzel işlere imza atmak için yola düşerken, ihmaller manifestom kısalacak?
Rabbimin istediklerinden, kendimden, sevdiklerimden, kâinatın dilinden feragat ederek düştüğüm yolculuğun menzili hayr olur mu ki?
Terk edemediğim gözden geçirme huyumun bakiyesi işte bu sorular.
Şimdi, eşyayı ağırlamak yerine aklımı, kalbimi, ruhumu ve bedenimi ağırlayarak yol almaya niyet ediyorum. Kulluk makamının bahşettiği konforu gayri ihtiyari elimin tersi ile ittiğimin farkına vardığım bu demde, nefsimin hile ile beni eşyanın kölesi eylediğinden adım kadar emin olup kulluğum ile efendiliğe terfi etmeyi diliyorum. Ve kulluk makamını bizlere bahşeden Rabbimize, kölelikten efendiliğe terfi ettirecek makamı bize bağışladığı için şükrediyorum.