Son asrın en büyük mücahidi merhum Aliya İzzetbegoviç’in “Büyük milletlerin imtihanı da büyük olur” diye bir sözü var. Türk cesareti ve Müslüman aklıyla büyük bir medeniyet kurmuş olan bizler için bu söz derin bir anlam içerir.
Buradan bakıldığında ‘büyük toplum’u oluşturan en önemli iki unsur; ‘cesaret’ ve ‘akıl’dır.
Her sıkıntı karşısında teslim bayrağını çeken ve bütün iradesini baskın gücün emrine veren bir millet ne kadar cesur olursa olsun büyük bir medeniyet kuramaz.
İlk çağlardan günümüze eğer büyük bir Türk medeniyetinden söz ediyorsak bunu işte bu akıl ve cesarete borçluyuz. Sonrasında ise Cemil Meriç’in ifadesiyle “Süleymaniye’de kubbe, Itrî’de nâme, Bakî’de şiir olan bir medeniyet” tasavvuruna…
Sadece görünene ittiba ederek, bu inceliklere nasıl vâkıf olabiliriz?
Veya geçmişten tevarüs ettiğimiz akl-ı selimi, kalb-i selimi ve zevk-i selimi…
Yani kültür ve medeniyeti oluşturan ilim, irfan ve sanatı nasıl anlayacağız, nasıl yeniden yorumlayacağız ve eskinin gücünde yeni eserler nasıl ortaya koyabileceğiz?
Türk dertlidir.
Çünkü derdi olan toplumlar büyük medeniyet kurabilir.
Merhum Nurettin Topçu’nun “Hakperest tarih Türk’ü, iman ve ahdine vefalı, ‘dertli insan’ diye kaydetmeli” sözü tam da burada büyük bir anlam libasına bürünür.
Meselelere bakarken…
Gündelik siyaseti, sanatı, ekonomik gelişmeleri ve sosyal ilişkileri düzenlerken kimi zaman bu hasletimizi ıskalıyoruz. Dolayısıyla ortaya kaba saba bir gerçeklik kalıyor. Dinî hayattan tasavvufu sıyırıp aldığımızda geriye ne kalıyorsa, öyle…
Türkiye’de hâlâ bir cephe sınıf var mıdır? Yahut kalmış mıdır? Bu zümrenin bağımsızlık meselesine bakışı nedir?
İdris Küçükömer’in yaklaşımıyla hâlâ “Az gelişmiş ülkelerin bağımsızlık meseleleri, kapitalist alemde sınıf meselelerinin çözümü hareketi ile karşılıklı bağlantı dinamiği içinde çözülebilir gözüküyor” mu?
Bu büyük medeniyeti/ toplumu bugün yeniden tanımlarken, batıcı-lâikler ile doğucu-islâmcılar arasındaki kavgadan yola çıkarak mı çözümleyeceğiz?
İşte bu sorulara tarihi yerli yerine koyarak cevaplar aramak durumundayız.
Burada bir ‘es’ verelim ve yeniden bugüne bakalım:
Karmaşık gibi görünen analiz ve yorumlar nicedir sığ bir jüri tarafından yapılıyor. Veya öyle olması isteniyor. Jürinin bilgisi, manevra kabiliyeti ve bir düşünce sistematiği yok. Politik yarılmalara, inmelere, çıkmalara göre vaziyet almak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla yukarıda açılarını vermeye çalıştığımız gerçeklik koordinatlarından fena halde uzaklaşıyoruz.
Günümüz siyasetinde ‘sağ’ ve ‘sol’ kavramsal olarak anlamını yitirmiştir. Siyasi partilerin duruşlarına ve söylemlerine bakıldığında en solda görülen bir partinin en sağdaki partiden daha ‘muhafazakâr’ bir program deklare ettiğini görebiliyoruz.
Yani kendini çağdaş, ilerici, milliyetçi, devletçi, Kemalist olarak gören CHP artık tam anlamıyla ‘gerici’ bir parti durumuna düşmüş; icraatları, söylemleri ve projeleriyle AK Parti ‘çağdaş’ bir siyasî hareket olmuştur. Çünkü CHP’den ‘beklenen’ mücadele, tartışma ve düşünce bu çatı altında pratiğe dönüşmüştür.
Hâsılı sıkıntı şudur:
Büyük medeniyetlerin tek meselesi bağımsızlıktır. Anlamını yitirmiş kavramların peşinde enerji tüketmekten ve vakit kaybetmektense bu meseleye yoğunlaşmak gerekir. Bugün bütün siyasî hareketlerden ve aktörlerden de beklenen budur.