Malum, kaplumbağalar dış dünyadan bir tehdit algıladıklarında, kafalarını ve ayaklarını kabuklarına çekerler.
Bu, kaplumbağa açısından tabii bir savunma refleksidir.
Tehdit algısı devam ettiği sürece kaplumbağa için hayat, kabuk içerisinde olup bitenden ibarettir.
Kafasını ve ayaklarını kabuğuna çekmekle neticelenen bu tehdit algısı, kaplumbağanın gerçek anlamda tehdit altında olduğunu göstermez.
Örneğin bir çocuk, sevmek maksadıyla yaklaşır ona ama o, bunu tehdit gibi algılar…
Duyargaları böyle motive edilmiştir zira…
Bir bilim adamı incelemek maksadıyla yaklaştığında da aynı refleksi gösterir kaplumbağa…
Yani demem o ki, kaplumbağanın kendisini dış dünyaya kapatması, çoğunlukla dış dünyadaki sahici tehditler nedeniyle değil, kendi marazi ‘tehdit’ algısı sonucudur.
Kuşkusuz ki, bu tabii refleksi nedeniyle kaplumbağayı kınayacak yahut ayıplayacak değiliz.
Böyle bir durum kaplumbağa yahut herhangi bir hayvan için hayli anlaşılır ve normal tabii ki…
Kaplumbağaya anlayış göstermesine göstereceğiz elbette ama ‘kaplumbağa psikolojisine’ sahip insanlara nasıl mukabelede bulunmak gerektiğini doğrusunu isterseniz bir standarda bağlamak hayli zor.
Hayatı, kendi marazi algılarının bir sonucu olarak ‘düşmanlık’, ‘karşıtlık’ ilişkisi sanan, sadece ve sadece kendi dogmalarına kilitlenen nice insan evladı var ki, tıpkı kaplumbağalar gibi, kendisine benzemeyenleri gerekçe göstererek kabuklarına çekilmişlerdir.
Bu çekiliş, kaplumbağanınki gibi geçici de değil üstelik.
Kalıcı ve kelimenin tam manasıyla hastalıklı…
Üstelik bu durum daha çok, kendisini ‘elit’ sanan, okumuş yazmışlığını her vesile ile başkalarının gözüne sokan, kendi bildiklerini ‘doğru’nun referansı sayan ve isminin önünde halkın itibar ettiği unvanlar taşıyan kimselerde baş gösteren bir garabet ne yazık ki…
Doğru bildiği her ne varsa, neredeyse tamamının yanlışın da ötesine ‘arkaik’ bir hususiyet kazandığından habersizce kabuğuna tapınan bir anlayışla sürdürülen zavallı bir hayat…
Farklı bir ses onlara göre düzenin bozulması demektir.
‘Tarafsızlık!’ diye ünlerler ama bundan kasıtları, tabii ki, ‘tek sesliliktir!’
1930’lardan kalma faşizan argümanları dayatmaktan büyük bir haz alırlar ve işin enteresan tarafı bunu hâlâ matah bir şey sanırlar.
Aslında kabuklarının güneşe bakan kısmında her şeyin değiştiğinin onlar da farkında…
Hatta kendi kabuklarının değiştiğinin bile farkındalar.
Ama ruhlarına çöreklenmiş sevgisizlik ve tahammülsüzlük onları nobranlaştırıyor, daha da kötüsü, saldırganlaştırıyor.
‘Seçkin’ olmakla ‘Elitist-Faşist’ olmayı birbirine karıştıran bu insanların hal-i pür melaline dair bu yazdıklarımın herhangi bir faydayı mucip olmadığını biliyorum tabii ki…
Hatta bu tespitlerin, onların hastalığını azdıracağından da kuşkum yok!
Allah şifa versin, ne diyelim…