Yakın zamanda yayınlanan Katılım Finans Strateji Belgesi ülkemiz, bölgemiz ve tüm dünya adına son derece önemli gelişmelere yol açacak çok ciddi bir çalışmanın ürünü olan kıymetli bir yol haritası olarak hayatımıza girmiş bulunuyor.

Ülkemizde faizsiz finans alanında kurumsal dönüşümü sağlamayı, destekleyici mekanizmaları tesis etmeyi, bütüncül fıkhi yönetişim yapısını oluşturmayı, beşeri sermayenin gelişimini sağlamayı, algı-farkındalık-finansal okuryazarlığı geliştirmeyi merkeze alıp, 3 trilyon dolarlık bir fon pazarından tarihsel-kültürel mirası ile jeopolitik konumunun yanında ekonomik potansiyelinin hakkı olan payı almak için hazırlanan bu kapsamlı plan hem Türkiye, hem dünya açısından çok büyük çapta ekonomik ve diplomatik önem taşıyor.

Bu nedenle tüm ekonomi ile ilgilenen okurlarımızın, Cumhurbaşkanlığı’nın resmî sitesinde yayınlanan, sade bir dille ve kuşatıcı bir kapsamla hazırlanan söz konusu yol haritasını dikkatle okumalarını ve değerlendirmelerini tavsiye ediyorum.

Meselenin ekonomik boyutunun anlaşılması kadar kültürel boyutunun anlaşılması da son derece önemli. Çünkü her şey aslında bu boyutun kodlarında gizli. O nedenle bu yazımda bu kodları özetle ele alıp sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kapitalizmin ilk dönemlerindeki toplumun refahını yükselteceğine ilişkin romantik inanç; tek bir yüzyıl içerisinde biriken sermayenin gücüyle ortaya çıkan, her türlü maneviyatı arzularının ve yakaladıkları gücün bu dünyada inşa ettiği yalancı cennetin sarhoşluğu ile elde ettiklerini sandıkları tanrısal kibrin peşinde heba eden elitlerin dünyayı sürükledikleri vahşetin dehşetli sosyal, siyasal ve ekonomik sonuçlarının gölgesinde yıkılıp gitmiştir. İnsanoğlu bu yüz yıllık inanılmaz hızlı geçen ve akıl almaz derecede yeniliklerle dolu süreçte yaşadığı travmaların farkına varamamış, büyük kıtlıklar, devrimler ve savaşlar arasında sürüklenirken ruhlarının daha fazla güç, daha fazla para, daha fazla meta için nasıl sömürüldüğünü, nasıl bir canavarla karşılaştığını uzun süre idrak edememiştir. Ancak bir asırlık sürecin sonunda insanın bir böcek kadar dahi kıymetinin olmadığını anladıkları, küçücük çocukların dahi sefalet içerisinde gün boyu çalıştıkları fabrikaların onlar için nasıl birer nasıl dönüştüğünü keşfettiklerinde ileride insafsızca istismar edilecek büyük bir başkaldırının hazırlıkları başlamıştır. Başkaldırı adeta dinsel bir boyuta bürünmüş ve kaderin ironik bir tecellisi ile her türlü maneviyatı reddeden yeni bir insan ürünü din doğmuştur: Komünizm.

Pozitivizm tarafından, binlerce yıllık ortak insani tecrübe ve değerlerden teşekkül etmiş durumdaki evrensel kültürün önce mutasyona uğratılması sonra ise tamamen ortadan kaldırması planlanmıştır. Yerine yepyeni bir kültürün inşası için de kapitalizme sözde düşman olarak üretilen, manevi değerlerin için boşaltan, Karl Marx'ın ortaya çıkışı ile vücut bulan komünizm düşüncesi, insanlığa tamamen geçmişini unutturup, topyekûn önlerindeki sahte canavar kapitalizme karşı teşkilatlanmayı başlatmış ve insanlık, birbirini yamyamlar gibi yemesi için iki sınıfa tamamen ayrılmıştır. Üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar. Yani en basit hali ile zenginler ve fakirler. O gün, yüzyıllardır renklerine, dinlerine, mezheplerine göre ayrılan ve sadece birkaç sınıflamaya tabi olan insanlar önce onlarca millete ayrıştırılıp düşmanlaştırılmış, bu yalnızlaşmanın etkileri tam anlaşılamadan bu defa omuz omuza yaşadıkları insanlarla bu son ortaya çıkan en genel ayrıştırma ile inanılmaz bir garipliğin içine düşmüşlerdir.

Yüzyıllardır din ve mezhep ayrılıklarından başka bir şeyle karşılaşmamış insanlığın zihnî ve kültürel kodları adeta hallaç pamuğu gibi savrulup karıştırılmış, bir anda her şehirde birbirine düşman sınıflar oluşmuş ve toplum huzurunun olmazsa olmaz kültürel değerlerle çerçevelenmiş ana mutabakatları bozulmuştur. Milliyetçilikle başlayan bölgesel huzursuzluk virüsü, bahsi geçen 1 asırlık süreçte bu defa aynı kasabada yaşayan insanların arasında yayılabildiği gibi uluslararası ittifaklar ve düşmanlıklar meydana getirebilecek kadar büyük bir güç kazanmış, hiçbir dinî/mezhebi mücadelenin dahi sebep olamadığı kadar bölünme ve mücadeleye sebep olmuş, dünyayı temelinden sarsmıştır. İki kutuplu dünya tüm paradigmayı ekonomik varlıkların paylaşımı üzerine inşa edince bir kutupta içi boşaltılan ve hiçbir ahlak kuralı olmayan ekonomik menfaatlerin salahiyeti için sınır tanımaz şekilde istismar edilen manevi değerler can çekişirken diğer tarafta nefes almasına bile izin verilmeden külliyen inkâr edilmiştir.

Metanın tek tanrı olarak en radikal şekilde kabul edildiği böyle bir dünyada yapayalnız ve olayların gelişimine ayak uyduramayan Müslümanların duygu ve düşünce dünyalarındaki depremleri bir düşünmeye çalışın... Tam anlamıyla çaresizlik içinde çırpınılan eşi benzeri görülmemiş bir manevi kaos. Zamanla tabii ki en çok zarar gören de kültürün üzerine inşa edildiği ahlak kurumu. İnsani değerlerin bir kenara itildiği ya da içinin boşaltıldığı bu ekonomik ve ahlaki devrimsel süreç, Müslümanların yaşadığı devletlerin son derece güçsüz oldukları bir zaman aralığına denk gelmiş I. ve II. Dünya Savaşları; hezimetler, sömürü, acımasızlık ve insanoğlunun canavarlığının zirvesi olarak kayıtlara geçerken dünyanın artık geri dönülmez bir virajı aldığının da habercisi olmuştur.

II. Dünya Savaşı sonuna kadar sadece bağımsız üç Müslüman ülkesinin kaldığı, geri kalanların tamamının işgal altında olduğu sürecin katılaştığı tarihsel koridorda savaş sonrasının şaşkınlıklarını atmaya çalışan, özellikle İngiliz sömürüsü altındaki ülkelerde modern eğitimler alma şansı yakalayan Müslüman alimler, tüm bu sürecin içsel eleştirisini özetlediklerinde karşılarına çıkan sonuç çok açıktı.

İlk hata finansal meselelerde geri kalınmasıydı. Sonrası zaten çorap söküğü gibi gelmiş, finansal devrimi gerçekleştiren Batı, Sanayi Devrimi’ne ev sahipliği yapmış ve edindiği güçle dünyayı köle etmişti. Demek ki başlama noktası finansal meseleler olacaktı. Fakat kapitalizm ve sosyalizmin kodları, maneviyatı yok etmeye ya da değerlerin içini boşaltmaya yönelik kurgulanmıştı. İkisi de Müslümanların ruh ve düşünce dünyasına uygun değildi. Finansal devrimlerle başlatılan sürecin doğurduğu siyasi çatışmalar acımasız bir asimilasyon harekâtı başlatmıştı. Dolayısıyla bu iki kutuplu dünyaya alternatif oluşturulmazsa asimilasyon kaçınılmazdı. İşte tam bu noktada oluşturulacak alternatifin kodları belirlenmeliydi. İçtimai hayatın tüm dinamiklerini sarsan, bireyselciliğin kapılarını sonuna kadar açan faiz ve ahlakın baz alınmadığı bir kâr anlayışı ile arzularının peşinde mutasyona uğrayan insan ruhunun bu taşkın nehirde boğulmaması için ilkeler belirlendi. Faizin yerine ortaklık ve risk paylaşımı merkeze alınmalı, ahlak değerlerini reddeden menfaatçilik hastalığına “dur!” denilmeli, ihtiyaç kavramı sınırsız arzulardan ayrıştırılmalı, sınırlı varlıklar ortak yatırımlara dönüşmeli, çarpan etkisi oluşturulmalı ve ahlaksız bir kâr anlayışı yerine toplumsal fayda amaçlanmalı, netice itibarıyla toplumları bir arada tutan manevi değerlerin dejenere edilmesine izin verilmeyen bir finans sistemi kurulmalıydı.

Kârı değil insanı, yalnızca maddeyi değil maddeyle beraber maneviyatı da merkeze alan, toplumu birbirine bağlayan, yardımlaşma ve birlikte iş yapma kültürünü güçlendirerek yaşatan, adil ve fırsat eşitliği sağlayan katılım finans sitemi; 1930’lu yıllarda alt Hindistan yarımadasında başlayan akademik çalışmaların II. Dünya Savaşı sonrası hızla artması sonucu 1963’yılında Mısır’da ilk denemelerin yapılması, 1975 İslam Kalkınma Bankası’nın kurulması ve özellikle 1978’de art arda açılmaya başlayan İslami bankaların faaliyete geçmesiyle dünya ekonomisinde ve finans sisteminde kendine önemli bir alan açtı.

Bu düşünsel çatı altında türev kurumlar olarak neşet eden İslami bankaları zamanla sigorta kuruluşlarının, sandıkların, sermaye piyasası kuruluşlarının yardımlaşma kuruluşlarının, uluslararası düzenleyici ve denetleyici kuruluşların ve çeşitli üst kuruluşların ortaya çıkması takip etti. Sonuç itibarıyla da tüm dünyada faaliyet gösteren bu kuruluşların yönettiği trilyonlarca dolarlık bir pazar büyüklüğüne ulaşıldı.

Türkiye’nin, Batı’nın kendi kodları üzerine inşa ettiği finansal sistem içerisinde bir merkezi üs olma ihtimali çok zayıf olabilir fakat özellikle kültürel kodlar açısından değerlendirildiğinde ve bölgesindeki potansiyeli düşünüldüğünde şu an için geri sıralarda olduğu ve katılım finansı olarak tanımladığımız alan içinde gereken çalışmaların hızla yerine getirilmesiyle bu alanda 1 numara olma ihtimali çok yüksek.

Bu birinciliğin hem ülkemiz hem de İslam dünyası için nelere sebebiyet verebileceği, bölgesel kalkınmamız ve gelişmemizde ne kadar büyük bir sıçrama yaratabileceğini bugün dünyaya verdiğimiz mesajlar dahilinde düşünüp anlamak, iyice kavramak hepimiz açısından son derece önemli. Tarihsel ve kültürel mirasımızdan ötürü bu birinciliğin en tabii hakkımız olduğuna inanıyor ve bu alanda böylesine kapsamlı bir çalışma yaparak yol haritası oluşturanlara can-ı gönülden dua ediyorum.