Geçen hafta Özallı yıllardan başlayıp ele aldığımız ekonomik krizler yolculuğumuza 57. Hükümet ile devam ediyoruz.
57. Hükümet, bir önceki yazımızda belirttiğimiz Çiller döneminde yapılan hataların ve 28 Şubatçıların döneminde gerçekleştirilen soygunların ardından ekonomik manada çok kötü bir atmosferde, 28 Mayıs 1999’da işbaşı yapıp IMF ile stand-by anlaşması imzaladı.
Oluşan olumlu hava ile faizlerde etkili bir düşüş yaşandığı gibi bankacılık sektörüne kısa süreliğine güven yükseldi.
Fakat ardı ardına yaşanan olaylar ve Türkbank ihalesi skandalı sonrası artık saklanamaz hale gelen regülasyonsuz ve denetimsiz bankacılık sistemi içerisinde gerçekleşen olaylar sektörün regülasyonu ve ayağa kaldırılması için çok güçlü bir iradeye ihtiyaç duyuyordu.
57. Hükümet koalisyon ortaklarının uyumsuzluğundan ötürü böyle bir iradeye sahip değildi. Yönlendiren ve yol gösterenden ziyade olaylarla beraber sürüklenen bir yapıdaydı.
IMF ile yapılan anlaşma sonrası fazla düşen faizlerle beraber artan talebin, enflasyonun beklenenden az düşmesine neden olduğunu ve hükümetin bir türlü ipleri tam anlamıyla ele alamadığı gibi özellikle ekonomi alanında 28 Şubat’ı hazırlayan güçlerin çeşitli müdahale ve oyunlarıyla karşı karşıya kalındığını gören bankalar krizin kokusunu aldılar.
Zaten problemli olan sistemin büyük bir dalga ile karşılaşması muhtemel olduğundan erken davrananın sahile ulaşabileceği ortadaydı. Açık pozisyonlarını erken kapatmaya çalışan bankalar, döviz alabilmek için likiditelerini arttırmaya gitti ve böylece TL’de faizler yükselince Hazine Bonosu taşıyan ve bunları repo işlemlerinde kullanan bankalar ciddi zorluklarla karşılaştı. Tahvil fiyatlarının düşmesi ve faizlerinin artması yabancı yatırımcının da çekilmesine neden olunca 22 Kasım günü gecelik repo faizleri yüzde 250’ye fırladı, borsa çöktü.
Haliyle dövize hücum başladı ve çok yüksek faizin yanında önemli döviz rezervi kayıplarına ek olarak 7.5 milyar dolarlık ek IMF kredisi süreci anca durdurmaya yetti. Fakat tüm savunma hattı ilk darbede kırıldığından sonraki gelecek dalgalar için ekonomi son derece kırılgan bir yapıya dönüştü.
Hemen arkasından birkaç ay sonra herkesin malumu olan Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki anayasa fırlatma krizi gerçekleşti. Şubat 2001 Krizi olarak adlandırılacak olan bu yeni kriz yine bir dövize hücum olayı başlattı ve gecelik faizin %6200’e fırlamasına, bir haftada Merkez Bankası’nın rezervinde yaklaşık 5.5 milyar dolarlık azalma yaşanmasına neden oldu. Hücuma dayanamayan TCMB, kuru 21 Şubat tarihinde serbest bıraktı ve sırasıyla Ulusal Bank, İktisat Bankası, EGS Bank, Bayındırbank, Kentbank, Tarişbank, Sitebank ve Toprakbank gibi bankalar TMSF’ye devredildi.
Ayrıca Sümerbank çok sayıda TMSF bünyesindeki banka ile birleştirilip Oyak Grubu’na satıldı. Demirbank, HSBC Bank’a satıldı. Okan Yatırım Bankası ve Atlas Yatırım Bankası’nın faaliyet izinleri iptal edildi. Türkiye Emlak Bankası, T.C. Ziraat Bankası bünyesine dâhil edildi ve Körfez Bank ile Osmanlı Bankası Garanti Bankası ile birleşmek zorunda kaldı. 2001 yılı sonuna gelindiğinde tüm sistemdeki banka sayısı bu gelişmeler neticesinde 79’dan 61’e geriledi.
Yaşanan tüm bu olaylardan sonra Mayıs 2001’de Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı uygulamaya konulmak istendi. Fakat hükümetin bunları uygulama konusunda ne gücü ne de ortak iradesi vardı. Tam anlamıyla yıkılmak üzere olan bir binayı andıran bir fotoğraf veriliyordu. Program ancak 58. Hükümet tarafından uygulamaya konulabildi ve Temmuz 2003 itibariyle yeniden yapılandırmanın toplam maliyeti 47.2 milyar dolara ulaştı. 21.9 milyar doları kamu bankalarının, 17.3 milyar doları TMSF bünyesindeki bankaların ve 7.9 milyar dolarlık kısım da yeniden yapılandırmanın maliyeti oldu…
...
Haftaya devam edeceğiz…