Küçüktük.

Dünya, evimiz kadardı ve ben ‘insanlar, sadece filmlerde ölüyor’ sandığım kadar küçüktüm.

Sezen’in de dediği gibi;

“Ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık

Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık

Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik

Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik.”

İşte o ufacık yaşlarda idrak etmeye başladığım Ramazan’la, tekne orucu değil, teravih namazı ciddiyeti sayesinde tanışmıştım.

Mahalle camisindeki imam Cevdet Efendi’nin vaaz esnasında söylediği, “Oruç yanmaktır” sözünü vurgusuyla, yankısıyla dün gibi hatırlıyorum. İnanarak ve içinde tehdit de saklı, güçlü bir ses tonu ile cemaatteki rehaveti silkelemişti. Neredeyse kuşlardan bile küçük olan beni korkutan bu söz aklıma işlenmiş. Yanmaktan kast edilenin, ‘günahların yanması’ olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm.

Uzun ve hiç bitmeyecek gibi olan teravih namazının her dört rekâtta bir topluca söylenen tekbirleri adeta oyun duygusu yaşatıyordu küçük gönlümde…

Parmaklarımla rekâtları sayıyordum; o toplu ve ahenkli inanmışlar korosuna katılmak için…

Nasılsa küçüktüm, sözüm de dinlenmezdi; ama aynı sözleri büyükler ile söylemek de pekâlâ eşitlik sayılırdı, övünmek için yeterdi malûm yaşlarda.

Şans demeyelim de kısmet, öyle denk geldi; oruç tutmaya başladığım ilk ramazan, gündüzleri kısa olan kış günlerine denk gelmişti. Hiç defo yapmadan, ara vermeden, firesiz bugüne kadar getirmeyi başardım.

O yıllardan sonra ramazan-ı şerifin bütün renk ve adetlerini sevdim. Pidesi, hurması, güllaçları… Beklenen ezanı, akşam vakti girince yaşanan telaş ve heyecanı, kalabalık akşam buluşmalarını, özel namazları, gece kalkmalarını, sahurlarını, şafak düşmek gibi sayılan günlerini, imsak kavramını ve elbette dünyaya yayılan yardımlaşma, barış ortamını…

Sonra okuduklarımıza ve kitaplarda yazılanlara bakılırsa; eskiler, bizden önceki Ramazan mevsimleri daha bereketliymiş. Ramazan-ı şerif diye ara verilen savaşlar, Ramazan sebebiyle barışan küsler…

Orucun getirdiği açlık, susuzluk, çaysızlık ve başka zararlı, zararsız isteklerin sınırlandırılmış isteksizliği, hepsinden önemlisi günahsızlık, sayılı günlerin sonunda gelen bayramı kıymetlendiriyor.

Hemen her işte olduğu gibi Ramazan’da da Osmanlıların adetleri, alışkanlıkları ve anlayışları bu mübarek günlerin hakkını veriyordu. Direkler arası şenlikleri, eğlenceleri, gösterileri insanların bu ‘sayılı günlerine’ mutluluk katarken; isimsiz, imzasız kapı önlerine bırakılan yardım paketleri… Hâli vakti yerinde olanların, durumu iyi olmayanların esnaf borcunu “gizlice” ödeme gayreti, fitre ve zekâtını bihakkın yerine teslim etme kalenderliği…

*

Özetle, bir kere daha, On Bir Ayın Sultanı, Müslümanlar’ı bir ayda “on bir aylık” bir muhabbetle sarıp sarmalayacak…

Ve, cami avlusundan engin denizlere, kaldırımlardan mezarlıklara her yeri bereketin elle tutulur bolluğu kaplayacak.