Şiddet söylemi ve eylemleri bizde olduğu gibi dünya çapında bir tırmanışla tehlike sinyalleri veriyor. Şiddeti besleyen ve körükleyen yetersiz hukuk kadar, bunun psikolojik tetikleyicileri de var: Sabırsızlık, açgözlülük, tahammülsüzlük, benmerkezcilik, hoşgörüsüzlük, cehalet ve kendini tanrılaştıran bir bencillik bunlardan bazıları. Sosyo-ekonomik ve kültürel gerekçeler de şiddet dilini ve eylemini besleyen bir atmosfer oluşturuyor.

Ülkemizde sürekli tekrarlanan jargonların zaman içerisinde sorgulanmadan benimsendiğini görüyoruz. Bazen bu jargonlar, düşünce dünyamızı kolaylıkla şekillendiren ve aksinin düşünüp iddia etmenin çılgınlık olarak düşünüldüğü ve sağlıklı bir düşünce üretmeyi engelleyen bir kısır döngüye yol açıyor. Şimdi bunlardan biri üzerinden oluşan atmosferi birlikte değerlendirelim:

“Kadın Cinayetleri”, televizyon haberlerini izlerken, gazetelerin ilk sayfalarında, bazen de üçüncü sayfa haberleri arasında gün geçtikçe artan bir sıklıkla hepimizi en fazla üzen olaylar arasında. Çocuk istismarı, çocuk cinayetleri, organ kaçakçılığı ve “zehir ticareti” (madde bağımlılığı), artan boşanmalar şahsen en fazla üzüldüğüm diğer haberler arasında…

Fakat “kadın cinayeti” ifadesinde nedense her zaman olayın bütününü görmemizi engelleyen bir tuhaflık hissetmişimdir. Çünkü aldığımız görgü ve terbiye ile “hukuk öğrenimi”, insanları cinsiyetleri üzerinden ayrımcı bir sınıflandırmaya tabi tutmayı uygun görmüyordu. Bana göre “kadın cinayeti”, “erkek cinayeti” vs. tanımlamasında, merceği nereye koyarsanız orada dikkatiniz yoğunlaşır ve canınız yanar. Ancak bu adlandırmalar, gerçeği bir “bütün” olarak görmemize fırsat vermez. Asıl mesele, teknik olarak var olmayan ve sadece bir vurguyu ifade etmek bakımından kullandığım “insan cinayetleri” olgusunda…

Öncelikle, cinayetlerde dört farklı ihtimal olabileceğinin farkında olmalıyız. Bunlar:

Erkeğin kadını öldürmesi;

erkeğin erkeği öldürmesi;

kadının kadını öldürmesi

ve son olarak kadının erkeği öldürmesi…

Birazdan istatistiklerle ne demek istediğimi açacağım, ama bundan önce perspektifimizi hep birlikte genişletmeye çalışalım:

Erkekler tarafından öldürülen kadınlar için bir insan olarak üzülmemek mümkün mü? Kadın olarak kutsal gördüğümüz bir annenin, bir eşin, bir kız evladın veya kız kardeşin veya yalnızca bir birey olarak kadının öldürülmesi son derece dramatik bir hadise değil mi?

Ama olay bu kadarla sınırlı değil…

Ya erkekler tarafından öldürülen erkekler…

Erkeklerin erkekler tarafından “incir çekirdeğini doldurmayan” saçma sapan gerekçelerle öldürüldüğü olaylar hiç de az değil. Neredeyse “kadın cinayetleri”nin onlarca katı kadar çok. Bir insan ve hukukçu olarak düşündüğünüzde, bu cehalete ve ortaya çıkan drama bakarak onlar için de canınızın yanmaması mümkün değil.

Buna “Oh olsun” diyenler varsa, cinsiyet ayrımcılığının da ötesinde kesinlikle çok yanlış bir noktada duruyorlar.

“Kadın cinayetleri”ndeki istatistiklere baktığımızda artış sayısı bir gerçek. Neredeyse son 6 yılda ikiye katlanmış durumda. Bununla birlikte, toplam cinayet sayısında aynı hızda bir artış olduğu da gözden kaçırılmamalı. Bunun anlamı, ülkedeki “insan cinayetleri” içerisinde bütün oranların ürkütücü bir boyutta artıyor olması…

Sadece dikkatleri diğer taraflara da çekmek üzere, olayın diğer bir boyutunu daha ortaya koymak isterim. O da kadınların öldürdüğü kadınlar… Olayın bir de bu boyutu var.

Daha da ilginç bir boyutu diğer bir ihtimal olarak kadınların öldürdüğü erkekler… Şimdi bunlara “erkek cinayetleri” demek, her yıl sayılarındaki artışı tablolarla yayınlamak, ortadaki “insanın insana şiddeti”ni perdeleyen ve yanıltan bir tablo olmaz mı? Aynısını sadece kadınlar üzerinden yapmak da aynı şekilde yanıltıcı olmaz mı?

Problemin temelinde, insanın ontolojisinde var olan vicdan ve insani değerlerden, insanlığından uzaklaşarak kendisinde yabancılaşması ve canavarlaşması yatıyor. İnsanın hayvanlara karşı; insanın insanlara karşı, insanın doğaya (tabiat) karşı güngeçtikçe vahşileşen bir bencillikle saldırdığına tarihte ve günümüzde sayısız örneğiyle şahidiz.

Mücadele edilmesi gereken konu, insanı değersizleştiren onu, onuruyla değil, yalnızca maddesiyle değerli gören, bütün olayları sadece toplumun sınırlı ve belirli kesimlerinin özgürlüğü ile yorumlamaya kalkanlar, üzülerek belirteyim ki istatistikleri objektif şekilde değerlendirmekten çok uzaktalar veya kasten bir yanıltmanın peşindeler. Maalesef ülkemizde istatistikleri her konuda olduğu gibi “amaca uygun” ve yanıltıcı şekilde kullanan farklı kitleler var.

Tamamlanmış ve işlenmiş istatistiklere ulaşmak güç olsa da Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve istatistik Genel Müdürlüğü’nün en geçerli resmi verilere dayalı istatistikleri düzenli olarak yapmasına güvenmek durumundayız. Sadece, 2016 yılını örnek yıl olarak alırsak açılan 17 bin 856 “kasten adam öldürme” suçu kapsamında dosya olduğu görülüyor. Aynı yıl 328 kadın, erkekler tarafından vahşice “kadın cinayeti”ne kurban gitmiş.

Bunun yanında, katil sanığının kadın olduğu dosya sayısı 1704. Yani yaklaşık %10’undan suçun sanığı kadınlar. Ve bu kadınlar hakkındaki dosyalardan görüldüğü üzere, onlar diğer bazı kadınları ve bazen de erkekleri öldürmüşler.

Yapılması gereken çok açık, cinayetleri kadın ve erkek katil, kadın ve erkek maktul diye ayırmaktan önce bataklığı kurutmaya çalışmak: Cehalete ve şiddete karşı top yekûn mücadele etmek…

Bu mücadele, sadece “kadın” üzerinden yürütülürse eksik ve başarısız kalır. Suçu azaltmak ve onunla mücadele etmek yerine, ideolojik gerekçelerle birbirine suç atmayı sürdürmenin kimseye ve çözüme bir katkısı olmaz.

Bu arada cehaletin her türlüsüyle ve ideolojiye dönüşen cehaletle de ayrıca mücadele etmek gerekiyor. Bunu “a” ideolojisi ve “b” ideolojisi adına yapan herkesin insandaki şiddet eğilimini azaltan ve onu yeniden insana çeviren bir eğitim ve ahlak öğretisine erişmesi sağlanmalı.

Bunun yanında, bütün erkekleri “eli kanlı katiller”, “canavarlar” gösterecek ayrımcı yayınlara son verilmeli. Bu ülkede, sayıları azalsa da hala var olan İstanbul beyefendilerini, centilmenleri, kadına hak ettiği değeri verenleri, kendi halinde zararsız bir hayat süre nice erkekleri yok saymak haksızlık olmaz mı?

Evliliklerin öncesinde “evlilik eğitimi”, aileden başlaması gerekmekle birlikte ilk ve ortaokullarda görgü kuralları ve makul bir sosyal ahlak eğitimi verilmeli.

Bu konuda yanlış ve yerleşmiş bazı bilgileri kasten yayanların varlığı bir sır değil. Bu bilgileri yeniden gözden geçirmekte fayda var:

Çağdaş hukuka göre de İslam’a göre de evlilik, nikâh akdiyle ve tarafların özgür iradeleriyle, şahitler huzurunda kurulması gereken bir “sözleşme”dir. Bununla taraflar birbirlerine söz verirler. Ancak insan “nesne” değil, “özne” olduğundan, bu akitle taraflardan biri diğerinin “mal” envanterine katılmış olamaz. Birine, diğerini öldürme yetkisi de vermez. Taraflar geçinemezlerse, ilişki şiddete dönüşürse veya ihanet ederlerse cezası “ölüm” değil, her iki tarafa da tanınan boşanma yetkisinin kullanılmasıdır.

Kadın ve erkek birbirinin düşmanı değil, dostu ve tamamlayıcısıdır. Kadın veya erkek olmak tek başına olumlu veya olumsuz bir anlam taşımaz. İyi kadınlar gibi, iyi erkekler de vardır. Canavarlaşmış erkekler gibi canavarlaşmış kadınlar da olabilir…

[2. Bölüm]

İnsanın topluma, diğer bireylere ve hatta kendine zarar verme özgürlüğü yoktur.

İnsanın bir cinsiyetinin olması onu tek başına değerli kılmaya yetmez. İnsan, insan olduğu için değerlidir ve insani kalite olarak üzerine kattıkları onu daha da değerlendirir. Bunun da ötesinde, can taşıyan diğer varlıklar da kendi kategorilerinde değerlidir. Hatta nesneler de değerlidir.

Kadının ve erkeğin bir birey olarak değerli olduğunu, kadın ve erkeğin sosyal doku içerisindeki değerlerinin de onlara ayrıca değer kattığını burada vurgulamak gerekir. Anne, eş, abla, teyze, hala, anneanne, babaanne, ev hanımı, meslektaş, arkadaş, gönüldaş vb. olarak kadın farklı statülerde değerlidir. Buradan bir düşmanlık çıkarmak yanlıştır.

Ultra-feminist bir “erkek düşmanlığı”na dönüşen jargonunun aynı anda bütün “mahallelerde” bir baskı aracı hale gelmesi tesadüfi değil:

Öncelikle, farklı görüşlere izin vermeyen bir “mahalle baskısı” ve linç atmosferi oluşturulmasının kabul edilemez olduğu üzerinde anlaşmalıyız.  Etnisite, tarih, kültür, siyaset, LGBT, sansür, kürtaj vb. gibi hiçbiri dogma olmayan alanların özgür tartışmaya kapalı olduğunu, modern görünümlü ilkel bir ideolojik baskı kurulduğunu görmemek için saf olmak gerekir.   Bugün için sınırsız özgürlükçü/hazcı yığınlar karşısında farklı bir görüş dile getirmek adeta linç kampanyalarını göze alacak bir cesareti gerektiriyor.

Sonra da, kadın ve erkeğin birbirine düşmanlaştırılmasının doğal akışa ters olduğunu ve iki yıl önce “aile”  üzerine buradan yazdığım yazılarda ifade ettiğim gibi insanlığın bugüne kadar süregelen tabii (doğal) akışına ters olduğunu vurgulamak istiyorum. Doğal akıştan sapmalar her dönem ve tarihte olmuşsa da hiçbir zaman insan bünyesine, psikolojisi ve ontolojik yapısına uygun olmayan bu sapmalar, zamanla kaybolarak her zaman yerini doğal olana bırakmıştır.

İnsanlık tarihi boyunca hiçbir zaman bu derecede kışkırtılmış beslenme alışkanları olmayan ve bugün artık sadece “genetiği değiştirilmiş organizma” (GDO) ile beslenen; cinsel dürtüleri her türlü görselle doğalın dışında sürekli kışkırtılmış olan; “birey” olarak kendini “tanrı” olarak görmeye yönlendirilen insan türü, “özgürlük” konusunda sınırları zorlayarak kendi yok oluşunu hazırlamaktadır.İnsan, dünyaya, doğaya (tabiat), diğer insana, canlılara ve nesnelere karşı egemenlik kurmada sınırları zorladıkça kendi ontolojisine yabancılaşıyor.

İnsanın topluma, diğer bireylere ve hatta kendine zarar verme özgürlüğü yoktur. Adını söylerken yüzümüzün kızardığı pedofili, zoofili ve benzeri diğer cinsel sapkınlıkların açıkça tedavi edilmesi, kamuyu koruma adına, iyileşene kadar toplumdan yalıtılması ve eyleme dönüşen hareketlerinin ise hukuk yoluyla durdurulması gerekir. Bunun anlamını idrak edemeyenlere, düşünce tarihi, felsefe ve hukukta bu konuda yapılmış sayısız çalışmayı öneriyorum.

“İnsan” kavramını özü, değeri, anlamı, içeriği, kutsallığı ile birlikte anlamayıp onu et ve kemikten ibaret gören materyalist anlayışın bu konuda söyleyebileceği mantıklı ve makul bir söz yoktur. Çünkü insanı aşkın (transandantal) bir varlık olmaktan, materyal basitliğine indirgeyen bir anlayış için et, deri, kemik ve cinsellik yalnızca fizyolojik bir olgudur. Ancak gerçekte “insan onuru” (şeref, haysiyet, itibar, vakar) etin ve kemiğin ötesindedir.

Çocukların doğdukları cinsiyete göre yetişmeleri ve cinsiyetlerinin farkında olmaları, onların özgürlük, kişilik ve psikolojik alanlarıdır. Bunun aksine, onu cinsiyetsizleştirerek zamanla doğalın dışına itmek,  her kim tarafından yapılırsa yapılsın topluma ve henüz kişiliği gelişmemiş olan çocuğun zihnine yapılan bir saldırıdır. İnsanı kadın ve erkek türü dışında farklılaşmaya yönlendiren ve reklamını yapan, toplumun ana akım değerlerini hiçe sayan anlayışların yaygınlaştırılması için adeta çalışmalar yapılması, doğal ve ontolojik olandan sapmaya yönelten girişimlerdir.

LGTB’den başlayarak her tür, sözde “hazcı” farklılığın “cinsel eğilim” adıyla çocukların ulaşabileceği kitap, dergi, eğitim materyalleri üzerinden normalleştirilmesi açık bir dayatmadır. Fizyolojik olarak doğumda çift cinsiyetli doğan ve tıbbın ilgilendiği alan ise bu tartışmanın dışındadır.

Son günlerde yeniden tartışmaya başlanılan İstanbul Sözleşmesi gibi son derece ciddi bir konunun basite indirgenmesi, diğer birçok benzeri konu gibi kamuoyunda tartışılmadan oy birliğiyle Meclisten geçmesinde açık bir yanlışlık olduğu son derece net… Millet iradesini temsil eden her bir oylama, içeriğini anlayarak yapılan bir irade beyanı olmak zorundadır ve “anlayamadık” gibi bir bahanesi olmamalıdır. İçeriğinin,  üzerinden yaklaşık şu kadar yıl geçtikten sonra tartışılmaya başlaması da siyaseten oluşturulan belirli alan ve kurumların psikolojik dokunulmazlığı ve bu tür hayati konularını rahatça tartışılmasına izin verilmeyişi dolayısıyladır.

Bu arada, erkeği ve kadını şiddet kullanmaya ve cinayete zorlayan ve bunu meşrulaştıran çevre baskısı ve kültür ortamının ıslahı ve kurutulması gerektiği de unutulmamalıdır.

Diğer yandan, kadınların öldürülmesini İslam’la ilişkilendirmeye çalışanlara da bilgilerini artırmalarını ve ezberlerini gözden geçirmelerini öneririm: Allah, “…her kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim, bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur” buyruğunu insanlara açıkça bildirmiştir (Maide 32).  Gerçekten inanan bir insanın, haksız yere bir insanı öldürmeye eli varamaz/varmamalıdır. Varırsa hukuk, haksız cinayetleri alışkanlık haline getirenleri en ağır şekliyle cezalandırmalıdır. Bunun yanında, Allah her şeyi “çift” yarattığını söylüyor (36:36 ve 51:49) ve başka bir yerde “Ey İnsanlar sizi bir erkek ve dişiden yarattık…” (49:49).

Kadın ve erkek, artı ve eksi bulutlar, gece ve gündüz, Yin ve yang kadar birbirini tamamlayan iki varlıktır.

Hukuki bir yargılama olmaksızın birilerinin kendince bir ceza kararı verip sonra bunu infaz etmeye kalkmasına ne modern hukuk sistemi, ne de İslam, ne de insan vicdanı izin verir.  Töre cinayeti, namus cinayeti adlarıyla gündemde tutulan cinayetler, sözde güç ve yetkilerini cahiliye dönemi Arap, Moğol, Fars, Peştun, Kürt vs. gibi Ortadoğu ve Asya töresinden alıyor ve bu İslam öncesi araplarına atıfla “cahiliye adeti”dir. Toplumlar bu tür bir töreyi insanlık adına ve cehaletten kurtulma uğruna terk etmek zorundadırlar. Çünkü, İslam’ın hiçbir kaynağında ve açık uygulamalarında bir erkeğe, eşi veya kızı olan kadını öldürme hakkı asla ve asla verilmemiştir. Erkeğin veya kadının cezalandırılması, insanların kafalarına, keyiflerine, törelerine ya da kendi adaletlerini kendileri sağlama (ihkakı hak) dürtüleriyle hareketlerine bırakılmamıştır.  Kadına olan şiddetin veya cinayetlerin faturasını İslam’a kesmeye kalkışmak büyük bir haksızlık olduğu gibi ideolojik bir kin ve nefretin yansımasıdır.

Bütünün sadece bir parçasını cımbızla çekerek mercek altına almanın bütünün gerçekliğinden bizi uzaklaştırdığı düşüncesindeyim. Kadının korunması, çocuğun korunması tartışmasız önemlidir. Ancak merceği sadece burada tutarsak, toplumun genel şiddet problemini ve problemlerin kaynağını görmemiş oluruz.

Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına, kadının erkeğe şiddeti cehaletin, bencilliğin, sapkınlığın olduğu her ortamda sıradandır.Açıkçası, ülkenin bütün köklü problemlerinde çözüm ideolojiler üzerinden tartışmakta değil; cehalet ve şiddetin üzerine topyekûn gidilmesindedir.