Sözün, anlamını yitirdiği günlerden geçiyoruz.

Bu böyledir diye…

Birtakım romantik müptezelin…

Akıl hastalığı derecesinde kendi “kutsal” kavram ve tanımlarıyla mühendislik peşinde koşanların…

Görece “sulh-u selâmet” ve “huzur-u sükûnet” baykuşlarının…

Ahlâk ve adaleti semt pazarı curcunasına kurban edenlerin…

Çatışma ve gerginlikten güç devşirenlerin…

Tarafsız, hissiz, görüşsüz ve en önemlisi bilgisiz ukala papağanların…

“Şekil şartları” ile kafayı kırmış içi-dışı boş müzmin ekran bülbüllerinin…

Sıkıyı yahut parmağı görünce tornistan eden omurgasız köşe bekçilerinin…

Alarmını “Batı çöküyor”, “Biz neden adam olamıyoruz” sarmalında kör atın kösteğine dolayıp yıllardır sayıklayan efendilerin…

Ne yapıp ettiğiyle ilgilenmeden…

Artık biraz ciddi ve iyi şeylerden konuşalım.              

Neredeyse 300 yıldır sürekli tekrarladığımız veya birbirimize sorduğumuz ‘şeyler’in neler olduğunu hatırlayalım.

İyilikten, güzellikten söz edelim.

Allah’ın, cehenneme karşı cenneti yarattığını anlamak için ‘derin’ sorgulamalarla vakit kaybetmek yerine tefekkür/tezekkür libasına sarılalım.

Daima bir hedef peşinde koşmak iyidir. Ancak ‘kızıl elma’mızı bu hedeflere kurban etmeyelim.

Büyük ve anlaşılmaz/anlamsız şeyler söylemek yerine “sadra şifa” sözlerin işçisi olalım.

Bizim dışımızdakilerin güçlü olduğu vehmine kapılarak -bugüne kadar olduğu gibi- mağlubiyet hissiyle yaşamaya teslim olmayalım.

Göz hizasından bakarak bütünü göremeyiz. Böyle durumlarda perspektifi değiştirelim. Bütüne daha uzaktan veya yukarıdan bakmayı deneyelim.

Sürekli problem sayıklamak yerine biraz duralım. İnsanlar hatta ülkeler hayatlarını bazen yeniden inşa edebilir. Bunu yaparken her zaman büyük riskler gerekmeyebilir. Sadece bazı parçaların yerini değiştirelim.

Sorun çözmeyi başaranlar, yeni öneriler üzerinde kafa yoranlar iyiye ve güzele de bir pencere aralayabilir. Yeter ki gayret edelim.

Türkü söyleyelim mesela…

Çünkü “türküsü olan kötülük bilmez”; bunu biz de bilelim ve bilmekten asla korkmayalım.

Ölüm denen o ‘uzak gerçeklik’in farkındalığıyla olalım.

“Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda” pişmanlığı yaşamayalım.

İkna edici cümlelerimiz olsun.

İnancımızdan, ahlak anlayışımızdan, yükümlülüklerimizden filan bahsetmeden “yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sevme erdemini yeniden hatırlayalım.

Adalet, imtiyaz ve ahlak arasındaki matematiğe biraz kafa yormanın hiç de fena bir şey olmadığını anlamak için mucize beklemek beyhûde!

“Sûret-i Hak”tan görünüp kendimizi herkesin ve her şeyin üstünde görme nobranlığı/kibri yüzünden bir gün tepetaklak olacağımız ihtimalini yabana atmamak gerekir.

İşte tam da şimdi ve o yüzden…

Kâğıtları yeniden dağıtma zamanı…

Ama masanın etrafında kimlerin olduğu da çok önemli…

Duvarlara astığımız ecdâd yadigârı fiyakalı tabloları uzaktan seyretmeyi bırakalım: Dede Korkut’tan, Manas’tan, Mekke’den, Medine’den, Semerkand’tan, Buhara’dan, Kaşgar’dan, Kazan’dan, Kerkük’ten, Yemen’den, Bayırbucak’tan…

İyilik-güzellik haberlerini yeniden alabilmek için motivasyon zamanı…

Ödünç akılla, ödünç dünya kurmayı -artık- reddetme zamanı…

Yenilenme zamanı…

Diriliş zamanı…

Öyle ise -ve elbette- hoş bulduk…