Hainler Pensilvanya’da, İseviler, Yahudiler yamacımızda, PKK dağlarda, DAEŞ meydanlarda cinayete teşne pusu kurarken, sevgisizlik terörü yanımızda yöremizde, ülkemizin kalbinde, evlerimizde kol geziyor.

Halbuki, asırlar var ki, hiç bir düşman güç yetiremedi bize.

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” Şuuruyla şehadeti makam, vatan sevgisini imandan bilen aziz milletimiz hiç esaret görmedi. Bunu karşımızda olanlar bildi de biz bilemedik. Bize güç yetiremeyen düşmanlarımızın, bizi birbirimize düşürmekten başka çareleri olmadığından, tarihi hafızalarımıza nifak tohumunu sinsice ektikleri gerçeğine dikkat kesilemedik.

Düşman, uzaktan kumandalı terör enstrümanlarının teline ustaca vururken biz çıkan nameye mest olup birbirimize düşman kesildik. Onlar erdi muradına da, biz çıkabilir miyiz saadet kerevetine işte orası muamma.

Kerevete çıkıp olup biteni yüksekten temaşa etmek yerine, bürünüp gaflet örtüsüne uyumayı seçtik galiba…

Zira geçtim mezhep kavlarından, hainlerin planlarından, evimizden sokağımıza, okullarımızdan kurumlara, iktidar partimizden muhalefete sirayet eden sevgisizliğe ve müsamahasızlığa şahit olmanın kederini taşıyorum son zamanlarda.

AK Parti içinde, verdiği sözden dönen, bindiği dalı kesenlerden tutun da, aydı ülkenin vatandaşlığından azade olduklarını sanan muhalefetin tavrına kadar iki tarafı keskin bıçak gibi biçer olduk birbirimizi.

Ne ebeveynlerin çocuklarına, ne çocukların ebeveynlerine tahammülü kalmadı. Öğretmen öğrencisini, öğrenci öğretmenini biçmeye amade bir orak kadar keskin seyrediyor. Trafikte, alışverişte hatta mesirelerde bile kazara dokunuverince birine, sevgisizliğin tazyikiyle savruluyoruz.

Anlayışlı bakışlar, yüzümüzde ki kabullü tebessüm çoktan terk etti bizi. “Kükreyen bir sel gibi bendimizi aşıyoruz” da kime?! Düşmana mı? Yo! Birbirimize…

“Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım” diyoruz can havliyle lakin karşımızda olana değil de aynı ufka bakan sevdiklerimize… Eşimize, dostumuza, dava arkadaşımıza, farklı düşünme ve tercih etme hakkına sahip olanlara, çocuklarımıza, yoldan geçene…

Bir garip öfke türedi içimizde. Dillerimiz keskin bıçak. Seslerimiz yüksek, ellerimiz havada… Sanki, korkmasak yasalardan amadeyiz birbirimizi hırpalamaya…

Ne oldu bize böyle? Hani muhabbet ehli atalarımız, İlahi kelama ve Muhammedi hakikate kulak kesilirdik. Hani tahammülü hamallık değil, kutlu bir sabrediş bilirdik. Kol kırılır yen içinde kalır derdik te müsamaha ile zamanı merhem eylerdik!?

Ne oldu bize böyle? Nasıl diş biler hale geldik!? Neden uzaklardan dilini bilmediğimiz şarkılara kulak kesildik te, vahye muti kalbimizin sesine sağır eyledik kendimizi.

Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş Peygamberimizin “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.”* uyarısını hangi hakla ve ne tür bir inanışla terk ettik!?

Tazeden bir “Besmele” çekip yeniden kalbimize muhabbet, bakışlarımıza sevgi, dilimize letafet, yüzümüze tebessümü devşirip aslımıza rücu etmeliyiz! Millet olarak, birbirimizi hangi inanca ve hangi siyasi tercihe sahip olursak olalım yeniden sevmeliyiz. “Ya tahammül, ya sefer” ruhunu bu coğrafyaya üflemeliyiz.

Tahammülün kökü hamal, hamal taşımaya talip. Tahammülü, bir annenin yavrusuna duyduğu şefkatle hamileliğini kabullenip heyecanla doğumu beklediği gibi kabullenmeliyiz. Ki, istiklalin kutlu taşıyıcısı olup istikbali doğurarak gerçekleşsin yeniden dirilişimiz!

Zira, “Husumete yok vaktimiz. Bizler muhabbet fadaileriyiz!”

*(Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.)