İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında 30 gün geride kaldı. Bu süre zarfında İsrail havadan, karadan ve denizden Gazze’ye 25 bin ton bomba attı. Bu rakam ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombasının gücünün neredeyse iki katı.
İsrail’in herhangi bir sivil hassasiyet gözetmeksizin yaptığı bombalamalarda hastaneleri, okulları, camileri, kiliseleri ve BM tesislerini hedef alarak tüm savaş kurallarını hiçe saydığını gördük, görmeye devam ediyoruz.
İsrail saldırılarında şimdiye kadar 9 bin 770 Gazzeli hayatını kaybetti. Bunların yaklaşık 4 bin 800’ü çocuk 2 bin 550’si ise kadındı. Bu yazı kaleme alınırken bile onlarca hatta yüzlerce Gazzeli ölmeye devam ediyor olacak. Belki de siz bu satırları okurken toplam ölü rakamı 10 binin üzerini çoktan geçmiş olacak.
İsrail ile Hamas arasındaki asimetrik savaşta, işte böyle zalimce bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin nereye evrileceğini, savaşın ne zaman biteceğini, İsrail’in kaç Gazzeli öldüğünde tatmin olacağını veya uluslararası kamuoyunun ya da uluslararası kurumların İsrail’e ne zaman dur diyeceğini bilemiyoruz.
Bilmediğimiz diğer bir konu da İsrail’in, Gazze saldırısı öyle ya da böyle sona erdiğinde ne yapmayı planladığıdır. Öyle ya İsrail, sözde Hamas’tan Aksa Tufanı saldırısının intikamını almak için topyekûn savaş ilan etti. İsrailli siyasetçiler ve askerler çıkıp Hamas’ı ortadan kaldıracaklarını ve Gazze’nin tamamen temizleneceğini açıkladılar. Tamam da sonra ne olacaktı?
Gerçi savaşın gidişatı pek de İsrail’in planladığı gibi olmasa da bir şekilde İsrail ordusu, bazı noktalardan Gazze’nin içlerine girmeye başlamış gözüküyor. Ancak 30 gündür devam eden bombalamaya rağmen Hamas hâlâ İsrail’e roket fırlatmaya ve iç hatlara doğru ilerleyen İsrail askerlerine saldırılar düzenleyerek zayiatlar verdirmeye devam ediyor.
Sahada zorlanmaya başlayan İsrail’in başı bir de Avrupa ve Amerika şehirlerinde yüz binlerce kişinin katıldığı protestolarla dertte.
Başta ABD olmak üzere neredeyse tüm Avrupa ülkeleri, sürecin başından beri İsrail’in arkasında durup bu insanlık suçuna ortak olurken şimdi durum değişmeye başlamış gözüküyor. Zira İsrail’in pervasızca işlediği savaş suçlarını ve katliamları gören vicdanlı insanlar yönetimlerine rağmen sokağa çıkıp tepki göstermeye başladılar. Bu ülkeler halklarına rağmen daha ne kadar İsrail’in yanında ve arkasında durmaya devam edebilirler, göreceğiz.
Kesin olan bir şey var ki; artık İsrail’den de Gazze’den çıkış stratejileri ve savaştan sonra nasıl bir Gazze tahayyül ettiklerine dair ilk ipuçları gelmeye başladı. Şimdiye kadar bırakın ateşkesi, insani yardımların ulaştırılması için bazı aklıevvellerin peydah ettikleri “insani duraksamadan” bile imtina eden İsrail’in, rehinelerin serbest bırakılması şartıyla kısmi ateşkes ilan edebileceği veya sınırlı insani yardımların ulaştırılması için koridorlar açabileceği konuşulmaya başlandı.
Daha da ilginç olanı ise İsrail’in önde gelen gazetelerinde art arda “savaştan sonra Gazze nasıl yönetilmeli veya Gazze’yi kim yönetmeli” minvalinde yazılar çıkmaya başlamasıdır. İlk önce 2 Kasım tarihinde Haaretz gazetesinde “Hamas'tan Sonra Gazze İçin Tek Seçenek Uluslararası Müdahale” başlıklı bir yazı ve hemen ardından 4 Kasım’da Jerusalem Post gazetesinde “Gazze ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından işgal edilmeli” başlıklı yazı yayınlanmıştır.
Her iki yazı da İsrail’in Hamas’ı yenmesi veya tamamen ortadan kaldırması senaryosu üzerine inşa edilmiş planları içermekte olup Hamas’tan arındırılmış bir Gazze’nin kimler tarafından ve nasıl yönetilmesi gerektiğine yönelik öneriler içermektedir.
Haaretz gazetesinde Alon Pinkas tarafından kaleme alınan yazıya göre Gazze, savaş bitip de güvenlik altına alındıktan sonra belirli bir süre için Birleşmiş Milletler Vesayet Konseyi tarafından yönetilmeliymiş. Oysa Birleşmiş Milletlerin beş ana organından biri olan Vesayet Konseyi, en son 1994 yılında Güney Pasifik’teki Palau’nun da bağımsızlığını ilan etmesiyle vesayet altında hiçbir devletin kalmaması nedeniyle pasif durumda bulunmaktadır.
Jerusalem Post gazetesinde Ruth Wasserman Lande imzasıyla yayınlanan yazıda ise savaştan sonra Gazze’nin ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan oluşan bir konsorsiyum tarafından yönetilmesi ve 10 yıllık bir süre sonunda yapılacak seçime istinaden yönetimin Filistinlilere devredilmesi öngörülmektedir. Bu yöntemi somutlaştırmak için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın tabi tutulduğu rejim örnek gösterilmektedir.
Her iki yazıda da önerilen modelin sadece Gazze için değil, mümkünse Batı Şeria ve hatta İsrail için hâlihazırda tehdit oluşturan Hizbullah’ın bulunduğu Lübnan için de uygulanması tavsiye edilmektedir.
Hatta 2006 İsrail-Hizbullah Savaşı’ndan sonra BM Güvenlik Konseyinin aldığı 1701 sayılı karara istinaden Lübnan ile İsrail arasında konuşlandırılan BM Barış Gücü benzeri bir yapının Gazze-İsrail sınırında da konuşlanabileceği ama Gazze içindeki güvenliğin oluşturulacak bir NATO Gücü tarafından sağlanabileceği ifade edilmektedir.
Böylelikle ne Gazze’den ne Batı Şeria’dan ne de Lübnan’dan İsrail’e yönelik herhangi bir saldırı yapılamayacak ve İsrail devleti de huzur ve güvenlik içerisinde yaşamaya devam edebilecektir.
Görüldüğü üzere yukarıda aktarmaya çalıştığım Gazze’nin geleceğine yönelik senaryolarda Gazzelilerin esamesi dahi okunmamaktadır. Kimse onlara ne istediklerini sormamaktadır. Dünya üzerindeki herhangi bir yerde bulunan küçücük bir adada yaşayanların bile “kendi kaderlerini tayin” hakkı bulunurken bu hak, Gazzelilerden hatta tüm Filistinlilerden esirgenmektedir.
Filistinliler edilgen bir özne hâline dönüştürülmekte, bazılarının onlar hakkında ve onların iyiliği için karar vermesi meşrulaştırılmaktadır. Bu planların asıl meşruiyeti ise İsrail’in güvenliğinin sağlanacak olmasından kaynaklanmaktadır.
Yani yeter ki İsrail güvende olsun, gerisi teferruat denmektedir.
Bakalım bu planlar hayata geçirilebilecek mi?
Gazze parçalara bölünüp, vahşi saldırılarla insansızlaştırılıp kolay lokma hâline getirilebilecek mi? İsrail’in güvenliği için Filistin halkı yok sayılıp Batı Şeria’nın da yabancı güçler tarafından yönetilmesinin yolu açılacak mı?
Tabii bunun için önce İsrail’in Hamas’ı yenmesi gerektiğini de hatırlatmakta fayda var; yoksa tüm bu planlar çöp olacak. Hatta İsrail, Batı’nın tüm siyasi ve askerî desteğine rağmen işgal ettiği Filistin topraklarından da çıkmak zorunda kalabilecektir.
O yüzden dereyi görmeden paçayı sıvayanlara tavsiyemiz, bu kadar acele etmemeleri olacaktır. Zira bir halkı yok sayarak onların namına plan kurmak geri tepebileceği gibi; bu planları kuranların, tabiri caizse “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmaları” söz konusu olabilecektir.