“Öyleyse ne yılgınlığa kapılın ne de üzülün: Eğer gerçekten inanıyorsanız, insanların en üstünü mutlaka siz olursunuz.”

(Âl-i İmran, 3:139).

Dört yıldır İstanbul’da yaşayan ünlü mütefekkirCevdet Said’in 1961 yılında Şam’da yayımlanmış olan bir kitapçığı Ekim 2016’da “İki Dil Bir Kitap” serisi Beyan Yayınları’nın 652. kitabı olarak yayımlandı. Hacmi küçük ancak önemi büyük bu eserin altmış yıl kadar önce irdelediği konuların ifade ve işaret ettiği hakikatlerin İslam dünyası için ne anlam ifade ettiğini bugün daha iyi anlayabiliyoruz. İlk kısmını kendi çevirimi esas alarak iki yazı halinde sizlere sunduğum kitabın ikinci kısmını konunun tamamlanması açısından Rumeysa Ömün çevirisinden özetle iktibas ediyorum:

1. Batılı araştırmacıların ve gelecekle ilgili tahmin yürüten raportörlerin araştırma sonuçlarını ve bunlardan elde edilen düşünceleri bilmek bizim için de faydalı olacaktır. Hattâ, ulaşılan sonuçlar isabetli olsun hatalı olsun bize fayda verecektir.

Geçen yüzyılın başlarından günümüze kadar Avrupa ve Amerika’da “Doğu” hakkında pek çok araştırma ve inceleme çalışması yapıldı. Bu çalışmalar ister Uzakdoğu ister Ortadoğu ister Yakındoğu isterse de Asya veya Afrika adı altında yapılmış olsunlar, ortak noktaları aynıydı. Araştırma konularının,üslup ve tarzlarının farklılığına rağmen önemli ortak noktaları İslam’dı. Bundan, gerek mevcut durumu rapor eden araştırmaların, gerekse de gelecekle ilgili tahmin yürüten araştırmaların İslam olgusuna ne kadar önem verdiği anlaşılmaktadır. Bir kısmı uyanıklıkla korku ve endişe yaratmaya çalışan, bir kısmı gerçekleri saptırarak alaycılık üreten, bir kısmı da doğrudan saldırı içeren tüm bu yaklaşımlar, aslında İslam’a verilen önemi göstermektedir.

Batılıların nerede durduğundan ve durdukları yerin dip akıntılarından Muhammed Esed (Leopold Weiss) şöyle söz eder:

“Onların insanın içine sinmeyen bu farklı duruşlarının sebebi, bilinçsiz de olsa İslam düşüncesinin çağdaş düşünce karşısında durabilecek vakarlı ve denk bir düşünce olduğunu bilmelerinden kaynaklanıyor. Çağdaş düşünceyi hatır gönül saymadan, ama haksızlık da etmeden, hak etmediği değeri vermeden, ama kelepire de düşürmeden ancak İslam düşüncesi layık olduğu yere oturtabilir. Bundan dolayı öfkeleniyorlar ve kendileriyle aynı seviyede olana karşı büyüklük taslıyorlar. Ancak bu konuda duygularını gizlemekten de aciz kalıyorlar.”

3.George Sarton, “Ortadoğu’nun Batı Kültürünü Kucaklaması” adını verdiği tezinde şöyle demektedir:

“9 ve 12. yüzyıllar arasında Arapça konuşan halkların gösterdiği başarılar, tüm bildiklerimizi alt üst edecek kadar yüksek seviyededir. Ortadoğu halkları, geçmişte de Yunan medeniyetinden önce 2 bin yıl kadar dünyaya önderlik etmişlerdi. Ortaçağda da yaklaşık 400 yıl önderlik ettiler. Yakın ve uzak gelecekte bu kavimlerin dünyaya (yeniden) önderlik etmesinin önünde bir engel yoktur.”

4. Amerikalı Lothrop Stoddard, koparmaktan hep aciz kaldıkları Müslümanlar arasındaki sağlam bağlar hakkında Avrupalıların ve Amerikalıların dikkatini çekmiş; bu birliği yıkmak için önerilen görüşlere de değinmiştir. Bu görüşlerden birisi, siyasi bir sistem olarak inançla iç içe girmiş olan “hilafet” konusudu Ancak yazara göre İslam birliğinin gerçek nedeni, dinin beşinci rüknü olan Hac’dır:

“İslam toplumu, genel anlamı ve kapsamı itibarıyla, birlik bilincini ve İslam yurdunda yaşayan her Müslümanın kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa sımsıkı yapışmasını ifade eder. Bu birlik bilinci, kökleri itibarıyla kadimdir ve Risalet’in sahibi zamanında ortaya çıkmıştır. Birliğin tarihi, Peygamber cihadı başlattığında Muhacir ve Ensar’ın onun etrafında kümelendikleri yıllara kadar uzanır… 13 yüzyıldan fazladır, uğradığı hamleler İslam toplumunu herhangi bir yönden zayıflatmış ve onu bir anlığına da olsa yere yıkabilmiş değildir. Tersine gün geçtikçe gücü, direnci, bağışıklığı ve kendine olan güveni artıyor.”

İngiliz oryantalist “Gibb” önce şu soruyu ortaya atar:

“Acaba günün birinde İslam tehlikesi yeniden başımıza gelebilir mi?” Sonra bu tehlikenin gerçekleşme ihtimaline karşı çeşitli cevaplar verir ve şunu ilave eder:

“Evet, Müslümanlar bugün zayıf ve parçalanmış durumdadırlar. Ne gençlerinde kendilerini feda edecek bir azim görebiliyoruz ne de görüş ve itibar sahibi olanlarında. Bunlar bırakınız sorun çözmeyi, ciddi oturumlar tertip edip sorunlarını konuşacak gücü dahi kendilerinde göremiyorlar.” Sonra İslam âleminde 1900’lerden bu yana düzenlenen konferansların muhtemel hedeflerine değindikten sonra der ki:

“İslam âleminin eninde sonunda bu sistemde kendi halklarının sahip olduğu müthiş kaynaklara yatırım yapma imkânı bulacağını ve bundan mükemmel üretimler elde edeceğini iddia etsek bile, bu konferanslar ve benzeri çalışmalar bu amaçlara ulaşmaya asla hizmet etmeyecektir. Ancak, İslam toplumundaki pek çok hareket noktasının araştırmacılar tarafından ihmal edildiğini hesaba katmalıyız. Hattâ bu noktalar -Massignon’un da işaret ettiği gibi- bazen kimsenin tehlikesine dikkat çekmediği anlarda, müthiş bir hızla olgunlaşarak birdenbire ortaya çıkar ve tüm dünyayı korkutabilir. Asıl büyük mesele “liderlik” meselesidir. İslam yeniden “Selahaddin-i Eyyubi’sini bulursa, bu adam büyük siyasi tecrübeyle İslam mesajı bilincini bir araya getirebilir. Ancak böyle bir dinî bilinç ruhların derinliklerine inmeyi başarabilir.”

6.Salazarbazı gazetecilerle yaptığı bir konuşmasında Müslümanların ortaya çıkıp dünyayı değiştirmeleri olasılığının gerçek bir tehlike olduğunu söylemiştir. Birileri, ‘Müslümanlar bunu düşünmekten çok kendi anlaşmazlıkları ve kendi iç çatışmalarıyla meşguller’ dediğinde Salazar, ‘ben de onların tüm bu anlaşmazlıklarını bize yöneltmesinden korkuyorum’ diye cevap vermiştir.

7.Marmaduke Pickthall, konuyu başka bir açıdan yorumlar:

“Müslümanların kendi medeniyetlerini tüm dünyaya yayma imkânları vardır. Müslümanlar, ilk çıktıklarında taşıdıkları “ahlaka” geri dönerlerse, daha önce yayıldıkları hızın aynısıyla yayılırlar. Çünkü bu boş dünyanın, onların medeniyet ruhunun önünde durmaya gücü yetmeyecektir.”

8.Laurence Brown da bu konuyu açıklıkla dile getirenlerdendir: “Daha önce değişik uluslardan çekiniyorduk. Ancak bunları test ettikten sonra bu korkuların meşru gerekçesini bulamadık. Yahudi tehlikesinden, sarı ırk tehlikesinden, Japonya’nın Çin’e hükmetme arzusundan ve Bolşevizm tehlikesinden korkardık. Ancak bu korkuların hiçbirisi hayal ettiğimiz gibi çıkmadı… Gerçek tehlike Müslümanların içkin oldukları o yayılma ve boyun eğdirme gücüyle, sahip oldukları o dehşet verici ve sıkı canlılıktır. Avrupa sömürgeciliğine karşı set olabilecek tek güç onlardır.”

İngiliz siyasetçi William E. Gladstone 20. Yüzyıl başlamadan hemen önce Batı’yı şöyle uyarmıştı:

“Müslümanların taşıdığı şu Kur’an var olduğu sürece, Avrupa Doğu üzerinde egemenlik kuramayacak, kendine bağladığı yerlerde asla güvende olamayacaktır.”

10.Gustave Young’ın kitabında anlattığı İslam aleminin sömürgeci Avrupa’ya ve ona özenen Siyonizm’e karşı ortaya koyacağı hesaplaşmanın özeti şudur:

“İslam dünyası, sömürgeci Avrupa’nın kendisi için hazırladığı ve kefenlerini dizdiği ölümün pençesinden kurtulmuştur. İslam âlemi Avrupa sömürgeciliği ve Siyonizm’le hesaplaşmak için hızlı adımlarla kendi gençlerine yönelmektedir. Bu korkunç ve çetin bir hesaplaşma olacaktır.”

11.A. Alba’nın kaleme aldığı “Yakın Doğu Tarihi Üzerine Dersler” adlı kitapta şöyle bir diyalog yer alır:

“(Soru:) Günün birinde Müslümanlar bizi yenerlerse dünyanın durumu ne olur? (Cevap:) O zaman bu günkü Cezayirli veya Faslı Müslümanların durumuna düşeriz.”

1952 yılında bir Fransız yetkilinin verdiği dikkate değer ayrıntılarla iktibaslara son verelim:

“Komünizm Avrupa için bir tehlike değildir. Çünkü o sadece ortaya çıkmış olgular zincirinin bir halkasıdır. Bundan gelecek tehlike, yalnızca siyasi veya askeri tehlike olur. Ancak hiçbir zaman insani ve düşünsel varlığımızı sonlandırma ve yok etme tehdidine maruz bırakacak bir karşı uygarlık tehlikesi değildir. Bizi tüm şiddetiyle doğrudan tehlikeye maruz bırakan gerçek tehdit İslam tehlikesidir. İslam dünyası, kelimenin tam anlamıyla bizim batı dünyamızdan kopuk, bağımsız bir dünyadır. Kendilerine has bir ruhsal dirence sahipler ve tarihsel bir medeniyetten beslenmektedirler. Onlar, sahip olduklarıyla batılılaşma gereği duymadan, kurallarını koydukları yeni bir dünyayı hak ediyorlar. Yani kendi medeniyetlerinin ruhunu ve kişiliğini özel bir biçimde batı medeniyetinin potasında eritmek zorunda değiller. Onlara, rüyalarını gerçekleştirme fırsatı verecek olan, daha önce Batılının yaptığı gibi, kendisine ait endüstriyel ilerlemeyi gerçekleştirmektir. Bu bilgi seviyesine ulaştıklarında ve geniş çerçeveli bir sanayi üretiminin altyapısını kurduklarında, kendi uygarlıklarının sanatsal ve kültürel kalıplarını dünyaya taşıyabilirler. Yeryüzünde yayılır, Batı’nın ruhunu ve kurallarını ortadan kaldırır, Batı medeniyetini ve mesajını tarihin müzesine kaldırabilirler…

O halde haydin bu dünyaya istediğini verelim ve üretim arzusunu güçlendirelim. Ama çağdaş üretim adına, istediği ve ihtiyaç duyduğu her şeyi onun için biz üretelim. Onu bilimsel, sanatsal ve endüstriyel üretim alanından uzak tutmamızın şartı budur. Bu planı yapmaktan aciz kalırsak ve bu dev bağlarından kurtulmayı başarırsa, hele bir de Batı mahallesiyle üretim konusunda baş edemeyeceği bilinçsizliğinden kurtulursa, kendi ani ölümümüzü hazırlamış oluruz. Bu durum sürekli baskın yeme tehlikesiyle bizi karı karşıya bırakacaktır. Batı kültür ve medeniyeti, tarihsel bir felakete maruz kalacak, sonunda Batı da onun liderlik görevi de sona erecektir.”

Sonuç olarak; bütün bu iktibaslardan“uygar Batılı adamın özelliklerini ve anlayışını” net olarak anlayabiliyoruz.Batılı adamın anlayışında hak, adalet ve saygıdeğer olma haklarının insana sırf insan olduğu için verilmediğini, elinde silah olduğu için ve kendisine verilmezse onu zaten alacağı için verildiğini görüyoruz. Batı uygarlığının insanını sarmış olan bu anlayış onu korkutuyor. Bu durum, başkaları da bu haklara aynısıyla veya fazlasıyla sahip olduğunda; kendisinin hak, adalet ve saygınlık gibi haklarını kaybetmekten korkmasına sebep oluyor. Hattâ bu tablo oluştuğunda kontrolü kaybedeceğini düşünüyor. Avrupa uygarlığının insanı, kendi tarihini unutamaz. O, 300 yıl boyunca insanlara nasıl terbiye edilecek vahşiler gibi muamele ettiğini çok iyi bilir. Şimdi günahlarının farkına varmış, psikolojik yönden ıstırap çekmektedir. Vicdanı ona işlediği günahlardan ötürü musallat olurken, bir yandan da kısas edilmekten korkmaktadır. Çünkü güç, onun elinden başka ellere geçmeye başlamıştır ve kendisi yarın hangi konumda olacağını bilmemektedir.

Batı artık suç işleme özgürlüğü günden güne kısıtlanan ve artık bir gün adaletin de karşısına çıkarılabileceğini düşünen bir suçlu gibidir. Bu tip bir insanı “normal” addetmek yanlış olur. Çünkü kendisi zaten normal olmayan bir medeniyetin ürünüdür. Bu insan hayatı ancak zalimlik, zayıflık ve mazlumluk olarak tasavvur edebilir. Çünkü onun uygarlık felsefesinde bu vardır. Onun var olma mücadelesinden anladığı da budur. Böyle yaşamıştır ve böyle yaşamaya da devam edecektir.

Günümüz dünyası yeni bir ‘bilinçli insan’ modeli yetiştirecek farklı bir medeniyete muhtaçtır. Bu insan modeli, insanlar arasında yürürken varlığını taşıdığı silaha dayandırmayacak, başkaları da silah taşıdıkları için var olmayacaklar, herkes varlığını “güvenilir” olmaktan alacaktır. Bu insan tipinin silaha, güce ve insan haklarına bakışı, batmaya yüz tutmuş Batı medeniyetinin anlayışından çok farklı olacaktır. Bu yeni medeniyetin üreteceği insan da belki, silahı çok önemseyecektir. Ancak verdiği bu önem zulmetmek için değil, zulmü önlemek ve güvenliği yaygınlaştırmak için olacaktır.

Müslümanlar olarak güçlendiğimiz gün kendilerine;“Gidiniz, artık serbestsiniz!” diyeceğimiziBatılılara şimdiden hatırlatmanın bir faydası da olmayacaktır. Önemli olan bu serbest bırakma kararını vereceğimiz güne kadarcanla başla çalışmaktır.Davamızın sonu “Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a.” diyebilmektir.”

 

Kaynak:

Cevdet Said. (2016).İslam’dan Neden Korkuyorlar?(Lime Hâze’r-Ru’bu Kulluhû mine’l-İslâm?),çev. Rumeysa Gökbayrak Ömün, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, s.73-121.