Geçtiğimiz hafta Sakarya Sapanca’da bir köpeğe zalimce ve canavarca hislerle yapılan zulüm ve işkence üzerinden Türkiye’de hayvan hakları yeniden hızlıca ülke gündemine girdi. Aslında Türkiye’nin ve dünyanın her köşesinde her gün hayvanlara karşı zalimce ve canavarca yapılan zulümden sadece küçük bir kesitti.

Ruh ve akıl sağlığı yerinde olan, ortalama eğitim ve kültüre sahip olan veya inandığı insani değerleri olan bir kimsenin diğer bir insana, hayvana veya nesneye zulmetmesi mümkün değildir. Gelin görün ki çağımızın insanı, insana, diğer canlılara ve nesnelere karşıya alabildiğine acımasız, hoyrat ve vahşi olmaktan geri durmuyor.

Ama bundan daha sık rastladığımız ve sayıları gün geçtikçe artan bencil ve saldırgan insan tipi kendisi dışında her şeye; çevresinde olup bitenlere karşı yabancı ve bigâne duruyor. Yanı başında milyonlarca ölümle sonuçlanan savaşlar, büyük göçler, parçalanan aileler, her zaman ve ilk önce mağdur olan çocuk, kadın ve yaşlıların maruz kaldıkları insanlık dışı uygulamalar onları hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. Bu anlayış ve tarz, insanı büyük bir bencillik içerisinde, hayatlarını bir timsah tekdüzeliğine düşürerek yeme-içme, cinsellik, tuvalet ve uyku üzerine kurmuş olan ve insanı sadece fizyolojik ihtiyaçlarına hapsederek hayatın gerçek anlamından koparan düşük bir hayata indirgemiş oluyor. Bu indirgeme, insanı ve onun varlık sebebini karartarak tek hücreli bir canlının veya bir sıradan bir hayvanın hayat döngüsü kadar sınırlı ve basitleştirilmiş bir düşüklüğe (esfel-i safilin’e) atıyor.

Kendisini ve evreni gerçek manası ve ontolojik değerine uygun şekilde konumlandırıp anlayamayan insan bireyi kendisi dışındaki canlılara maddi veya manevi zarar vermekte beis görmüyor. Hâlbuki Toprak, su, hava, bulut, bitki, canlı, cansız, nesne ve hatta cesede kadar “haklar” tanıyan vahiy, evreni kavga edilecek değil, uyumla içinde yaşanacak bir emanet olarak insanın hizmetine ve dikkatine sunar. Dünyanın ciğerleri olan yağmur ormanlarını yağmalayan, bazı hayvan türlerini sadece ekonomik çıkarları adına soyları tükenene kadar avlayan, ülkelerin demografik yapısını değiştirecek savaşları ve fitneleri çıkartan insanoğlu, gerçekten başlangıçta meleklerin sorduğu kilit ve işaret edici sorudaki gibi “kan dökücü” ve “fesat çıkarıcı” bir yaratık olabiliyor.

Hatta insanoğlu bununla da sınırlı kalmıyor ve diğer hiçbir canlının yapamayacağı şekilde kendisine karşı da zalim ve acımasız olabiliyor. Varoluş sebebinin tam aksi yönünde yaşayan, bütün diğer canlılara ve evrene karşı zulüm içinde olan insan, hiç şüphesiz kendisine de zulmetmiş oluyor… Bütün yaratılmışların en değerlisi olmak yerine, kendisini amaçsız ve zulümkâr bir çöp parçasına çevirmiş oluyor.

Pekiyi, konuya kendi ülkemizden devam edecek olursak insanlar diğer birçok konuda olduğu gibi hayvanlara karşı nasıl oluyor da bu kadar zalim acımasız olabiliyorlar? Buna; insanın diğer canlılara, insanlara, nesnelere karşı yaratılış ve varlık sebeplerinden yani ontolojisinden habersiz duran “cehalet”leri diyerek kısa bir cevap verebiliriz.

İnsana, bütün evreni ve içindekileri anlatarak işlediği zulmü durdurmanın farklı yol, anlayış ve usulleri vardır. Bunu durdurabilecek eğitim, kültür, anlayış, inanç ve değerler insanlığı mal olmadığı sürece, muhtemelen insanın kendisine, çevresine ve diğer canlılara karşı açık bir “cehalet ve zulüm” (Kur’an, 33:72) ile yürüteceği haksız kavga, kıyamete kadar devam edecek.

Annelerimiz çocukluğumuzda bizlere baharla yollarda ortaya çıkıveren karınca yuvalarına basmadan yürümeyi, onların yuvalarını dağıtmamayı, kuşların yuvalarını bozmamayı, yumurtalarını almamayı, yaralı bir kuş, kedi, köpek gördüğümüzde iyileşene kadar onlara bakmayı öğretmişti. Bu inceliği, henüz ilkokul öncesinde ana-babamızın inançla birlikte bizlere verdiği görgüye borçluyuz. İleriki yıllarda Peygamberimizin hayatında rastladığımız hayvanların haklarının korunmasına dair olay ve sözlerde (sünnet) ana babalarımızın öğrettiklerinin tamamını gördüğümde hayretler içinde kalmıştım. Çünkü, Hayvanların yuvalarının bozulmaması, aç-susuz bırakılmamaları, aşırı yük yüklenmemesi, dövülmemesi, dövüştürülmemesi, onlara iyi davranılması, asla eziyet edilmemesi, hedef haline getirilmemesi üzerine onlarca ayrı uygulama ve emri, Peygamberimizin klasik kaynaklarda aktarılan hayatında görebiliyorduk. Anladığım kadarıyla anne babalarımızın bize aktardığı insani değerlerin önemli bir kısmı, merhamet ve şefkate, acıma duygusu ve empati kurmaya dönüşen ve nesilden nesle aktarılan görgü ve inanç değerleri ile de yakından ilişkili idi. Bu ülkede bu değerler, başka ülkelerle mukayese edilmeyecek ölçüde, insanımızın hayatında veya bilinç altında yaşamaya devam ediyor aslında Mesela daha geçtiğimiz ay Çin’de köpek festivali haftasında ülkedeki binlerce köpek sokaklarda yakılarak, derileri yüzülerek, sopalarla kafalarına vurularak öldürülüp yenildi. Bu da onların vahiy görmemiş kültürlerinin ve temelsiz inançlarının ışığında yüzlerce yıl geriye götürülebilecek vahşetin günümüzde gizlenemeyen bir parçası.

Devamı dirilispostasi.com’da

Tamamen zararsız küçücük bir hayvanın bacaklarını kuyruğunu kesmek ve onu ölüme terk etmek nasıl bir sapıkça psikoloji?

Bunun içerisinde kültürsüzlük, eğitimsizlik, inanç ve değerlerin bulunmaması, aile terbiyesinden ve görgüsünden yoksun oluş gibi birçok sebep sayılabilir. Bunlardan yalnızca birisine sahip bile olsa bir insanın bu tür bir zulmü yapması, diğer canlılara zulmetmesi, diğer canlılar acı çektikçe kendisini iyi hissetmesi mümkün değil. Bu zulüm açık bir sapıklıktan başka bir şey değil.

Yazıya, Müslümanın canlılara ve hatta cansızlara karşı onların haklarını korumak şefkat ve saygı ile yaklaşmak zorunda olunduğunu Sünnetten örneklerle kaynaklarıyla birlikte anlatarak devam edelim ve ülkemizde “hayvan hakları” konusunun inanç ve kültürümüzdeki bu sağlam ve dünyadaki ilke uygulamalarına rağmen nasıl olup da ihmal edildiğini anlamaya çalışalım.

(Devam edeceğiz…)