“Modern Batı medeniyetinin tarihi Tanrı’nın ölümü ile başlar” diyen yaklaşımlar, aslında dünya işlerinden Tanrı’nın elinin çektirildiği pozitivizmi kastediyorlar. Bu seküler anlayış, skolastik dönemin Batılı din ehlinin uygulamalarının tepkisel bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır…
İnsan aklını ön plana çıkaran, “güzeli, estetik olanı yaratma” iddiasında olan bu anlayış, doğduğu coğrafyada belirli bir zemine oturmuş olabilir belirli bir dönemde. Fakat bugün Batı bile Tanrı’nın dışlandığı o seküler anlayışı sorguluyor ve ilahi yönü olmayan bir bireyin içinde bulunduğu boşluğu yeniden nasıl doldurması gerektiği noktasında gayretler sarf ediliyor…
Peki, dönemin modası olarak yayılan sekülerleşmeyi, kendi inançlarımız ve geleneksel kültürel değerlerimiz açısından bir teraziye vurmadan iktibas eden “biz”, nasıl bir sonuçla karşı karşıyayız? Dilerseniz yazının bundan sonraki kısmına bu keskin soruyla giriş yapalım…
İnançlarının emrettiklerinden ya da geleneksel hiyerarşik rollerinden kurtulan bireyler elbette çok geniş bir olasılık imkânına kavuştuklarını düşündüler; bir sınırsızlık hâli sonrasında… Fakat önüne bu denli imkân açılmış olan bireyi bu defa da farklı bir tehlike bekliyordu. O da “yön yitimi” ve buna bağlı olarak ortaya çıkan belirsizlik ve güvensizlik…
Seküler insan, fıtratının dışına çıkınca özgürleştiğini zannetti ilk önce… Ama gerçek hiç de öyle olmadı… Mihmandarını reddeden ve “yön yitimi” ile nereye gideceğini bilemeyen insan, bugün Daryush Shayegan’ın ifadesinde olduğu gibi bir “yaralı bilinç” ile şaşkın haldedir…
Meseleyi bir adım daha öteye götüren Octavio Paz ise yaşananları, “Düşünce ile tavırlar arasındaki uyumsuzluk” olarak tarif ediyor ve “kültürel şizofreni” tanısı koyuyor… Bu, “inandığı başka yaşadığı başka” insan tipinin elinde kalanı ise Alasdair MacIntyre ifade ediyor ve sadece “ahlakın fragmanları”dır diyor…
İşin en vahim tarafı ise yazının başından beri ifade etmeye çalıştığım bu seküler insan aklının ürettiği siyaset modelleridir… Yaralanmış bir bilinçle, kültürel şizofreni yaşayan bu akıl, zaman zaman siyaseti de etkileyerek kendi karakterini ona aşılayabiliyor… “Tanrı devletinden tüccar devletine” geçişin de mimarı olan bu seküler anlayış, ürettiği bu modelle siyasetin ahlakını da fragmanlaştırmış oldu…
Ne yazık ki fragmanlaşan bu siyaset ahlakı, “maymuncuk” karaktere sahip “ahlak” ya da “hakikat” algılarıyla bu kavramları İslam inancının belirlediği gerçek anlamından çıkararak toplumsal hafızayı zaman zaman sarsıntıya uğratabiliyor…
Vahşi kapitalizm “toplumsal şizofreni”yi bilinçli bir yöntem olarak kullanıyor. Çünkü karakterli, geleneklerine, inançlarına bağlı bireyleri kendi sistemine dâhil etme şansı yok. Onları oradan kopardığı ölçüde ancak kendi alanına dâhil edebiliyor… Kafası karıştırılmış, düşünce odağı bozularak sersemletilmiş bireyi avlamak çok daha kolaydır neticede…
Çıkarından başka bir değere odaklanamayan yaralı bilincin sahada da görmek istediği bir zor bir de rahat zaman lider tercihi var. İşler kötüye gittiğinde daha muktedir, karizmatik, gerçekçi bir lideri tercih ederken işler düzeldiğinde, tehlikenin geçtiğini düşündüğünde daha soft, makyajlanmış tabiri caiz ise “hayal taciri karakter”lere yönelim gösterebiliyor.
İşte bu noktada gerçekten de Neil Postman’ın dediği gibi: “Politikacının ustalıkla hâkim olması gereken uzmanlık alanı olarak ideolojinin yerini kozmetiğin aldığı” bir noktaya ulaşmış olabilir miyiz?