TRT’nin Diriliş dizisi bazı açılardan eleştiriliyor. Bu eleştirilerden bazılarının haklı tarafları var. Bu ayrı bir yazı konusu. Fakat çok önemli bir görev üstlendi. Tarih bilinci dediğimiz şeyi canlandırdı. Bir ara üzerine kalın bir kül tabakası dökülmüştü. Dokunulması yasaktı, ayıptı. Hatta gericilik olarak bile görülebiliyordu. Tarih sevicilik, tarihi geçmişe dönücülük filan gibi kavramlar sadece Osmanlıseverlerin refleksleri idi. Modern düşünce ileriye bakardı. Geleneğe pek bakılmazdı. Böyle bir yığın şey…

Diriliş’le ilgili bir hakkı teslim ederek başladık; devam edelim…

Dizinin son bölümlerinde acımasız Moğol hükümdarı zalim Hülagü’den çokça söz ediliyor. Kimdir bu Hülagü?

Hülagü, Cengiz Han’ın torunudur. 1217’de Karakurum’da doğmuştur. Annesi Sorgotani Beki ve eşi Dokuz Hatun, Nasturi Hıristiyan’dı.

Hiçbir dine karşı düşmanlık beslemediği bilinen Moğolların, Hülagü devrinde Müslümanlara kan kusturması, acımasız saldırılarla yüz binlerce Müslümanı katletmesi annesi ve eşinin Hıristiyan olmasına bağlanır.

Diğer etkenlerin çok önemi yok…

Ağabeyi Mengü Han tarafından Ortadoğu’yu işgal etmek, Abbasiler’i ve Memluk Devleti’ni yıkmak üzere görevlendirilmiştir. Yakıp, yıkıp, katlederek ilerleyen Hülagü Han ölüm tarihi olan 1265’e kadar insanlık tarihinin en acımasız katliamları ile anılır. Sadece Bağdat’ta 100 bin kişiyi akıl almaz yöntemlerle katletmiştir. Bu rakam bazı kaynaklarda 400 bini geçmektedir.

Petrol doldurulmuş kaleleri havaya uçurmak, Müslümanlar’ı atlara çiğneterek öldürmek, cami, saray ve şifahaneleri yağmalayıp yok etmek…

Öyle ki dünyanın en büyük kütüphanelerinden biri olan Bağdat Kütüphanesi yakılıp yıkılmış, Dicle Nehri günlerce insan kanına karışmış mürekkep renginde akmıştır.

Bu zalim hükümdarla ilgili anlatılan şu hikâyeyi hatırlayalım…

Hülagü, Bağdat ulemasıyla görüşmek ister. Korkudan kimse davete gitmek istemez. Ufak tefek genç bir alim olan Kadıhan dışında kimse teklifi kabul etmez. Hülagü ile görüşmeye giderken yanına bir deve, bir keçi, bir de horoz alır. Kadıhan’ın fedakarlığı bütün ulemayı rahatlatmıştır.

Kadıhan, hayvanlarla birlikte hükümdar çadırına varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Hülagü, genç alimi tepeden tırnağa süzer. Beklediği alim tipi değildir gelen.

– Bana göndermek için seni mi buldular, diye sorar.

Kadıhan gayet sakin cevap verir:

– Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. Onlarla görüşebilirsin!

Hülagü, Kadıhan’ın cevabını beğenir. Yer gösterir. Oturması için buyur eder.

– Söyle bakalım, beni Bağdat’a getiren sebep nedir?

Kadıhan cevap verir: “Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Bize verilen nimetlerin kıymetini bilemedik, gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği nimetleri almak için seni gönderdi.”

– Peki, beni buradan kim gönderebilir?

Kadıhan istifini bozmadan cevap verir: “O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.”

Yazının başlığına dönüp yeniden soralım:

“Peki, günümüzün Hülagü’leri kim/ler? Ve onlardan nasıl kurtulabiliriz?”