“şişli’de bir apartıman

yoksa eğer halin yaman

nikel-kübik mobilyalar,

duvarda yağlı boyalar”

1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın isteği üzerine bestelenmiş Lüküs Hayat müzikalini bilmeyen yoktur sanıyorum. Resmi olmayan kayıtlara göre şarkı sözlerini Nazım Hikmet’in yazdığı oyunun yazar koltuğunda Ekrem Reşit Rey oturur. O yıllarda Ertuğrul Muhsin, yaşanan ekonomik sıkıntılar, seyircilerin azlığı sebebiyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Şehir Tiyatroları’na ilgiyi artırmak için çözümü müzikal oyunlarda bulur. Lüküs Hayat oyununda, Türk toplumunun Batılılaşma çarkı içerisinde yaşadığı kimlik bunalımları, kendinden olmayanın eğreti duruşunun komedisi ve ikilemde kalmış toplumun gülünç halleri başarılı bir şekilde işlenir. Ufak tefek hırsızlıklarla hayatlarını idame eden “Rıza” ile “Fıstık” soygun için bir zengin evine girince kendilerini kıyafet balosunun içinde bulurlar. Batılılaşma özentisinin içinde kaybolmuş bu ortamın içine düşen ikili, tam olarak halkın hissettiklerini yansıtır. Şarkının devamında yer alan nakarat “lüküs hayat, lüküs hayat, bak keyfine yan gel de yat” sözleri oyun boyunca mesajını da eleştirisini de gereken yerlere ulaştırır.

Peki ya mesajını veremeyen, anlatmak istediğini oyun boyunca seyirciye aktaramamış, müziğiyle kulakları tırmalayan, tiyatro sahnesini konsere çeviren müzikli oyunlara ne demeli! 2016 sezonunda ilk defa özel bir tiyatro ekibinin sahneye uyarladığı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani romanı, İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından bu sezon müzikal olarak sahneye kondu. “Müzikal oyun nasıl olmalı?” sorusunu zihnimde gündeme getiren düşünceler de oyunu izledikten sonra oluştu. Sadık Şendil’in usta kalemiyle Süt Kardeşler filminden hatırlarsınız; Adile Naşit’i delirtmeye ve üzerindeki malların kızına, yani bu vesile ile oğluna kalacağını düşünen Ali Şen’in başarılı oyunculuğunu, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen gibi ustaların yanlış anlaşılmalardan doğan, tuluat sanatını sinemada devam ettiren performanslarıyla Gulyabani belleklerde yer edinmiş bir korku öğesi. Bilindik bir hikayeyi sahneye koyarken sırf farklılık katmak için yapıldıysa bu çaba, pek de başarıya ulaşamadığını söylemek gerekir.

Keşanlı Ali Destanı’nda da şarkılar söylenir, Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikal unutulmaz bir oyundur, lakin derdini anlatırken şarkılar hikayeyi destekler, olay akışını sırf eğlence olsun diye bozmaz. Gulyabani müzikali yüksek sesle çalınan müzikleri, “Şimdi şuradan Acun Ilıcalı çıkacak” dedirten dans performansları, Şevki Bey karakterinin bir türlü söylemediği şarkılarıyla, çıkarken “Olmuş mu şimdi bu!” dedirtti. Hele de oyunun sonunda meseleyi Ezop masallarına bağlayan, evet şimdi bu oyundan ne anladık dercesine mesajlarını direkt söyleme gereği duyan final, profesyonel bir metinde olmaması gerekiyor diye düşünüyorum. Bunlar benim kanaatlerim, alkışlamak gereken tek yer oyuncuların sarfettikleri emek. Velhasıl, kalabalık kadro, canlı müzik, dansçılar, sürekli değişen dekoruyla Gulyabani müzikali insana bir şeyler katan bir oyun ya da gösteri değil benim nazarımda.

Hal böyleyken insan bu oyunun Devlet Tiyatroları’na ne kadara mal olduğunu da merak etmeden duramıyor! Neticede ödenekli bir kurum olması, öncülük etme vazifesi, lokomotif görevi sebebiyle seyirci olarak bu kadar eleştiri hakkımız olsun. İyi oyunlar da izledim elbette Devlet Tiyatroları’nda ama Gulyabani müzikali olmamış, oldurulamamış…