Alejandro Gonzalez Inarritu’nun uzun süreden beri beklediğimiz filmi “The Revenant–Diriliş” vizyona girdi.

Tabi Oscar tartışmalarının arasında merak dozunu iyice artıran film için bir Inarritu hayranı olarak benim de büyük beklentilerim vardı. Aslında benim beklentim Inarritu’dan öte filmin görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki için. Zira Lubezki tarihin gelmiş geçmiş en iyi görüntü yönetmeni. Onun görüntü yönetmeni olduğu her film çok iyi. Hemen hepsinde filmin yönetmenine büyük bir başarı ve şöhret hediye ediyor. Özellikle geçtiğimiz yıl Gravity ve Birdman’le izlediğimiz Lubezki Revenant’ın da görüntü yönetmeni olunca beklentilerimiz de iyice yükseldi. Bu yükselttiğimiz beklentilerimizi karşılayacak bir film de bulduk şükür.

Filmle ilgili eleştirilerimi ya da övgülerimi dile getirmeden önce mutlaka belirteyim, filmi sinemada izleyin. Zira bu muhteşem görsel şölen kaçmaz. Hiç yapay ışık kullanılmayan bir film olarak, her biri birer tablo olan görsellerin “büyüsüne” kapılacağınız kesin. Benim yönetmen sinemasının en önde gelen ismi olarak gördüğüm Inarritu artık sinemada seyirlik dediğiniz meselenin ötesine geçip sizi üşüten ve hatta size deneyimler yaşatan bir sinema dilini filmlerinde kullanıyor.

Film sanki iki düzeyde ilerliyor gibi. Bir bilinen gerçek olayın dramatik unsurlarla bezenmiş tarafıyla ilerleyen hikâye, bir de her bir karakterin bir temsile dönüştüğü alt metin. Her bir karakter, 1820’lerin Amerikan istilasında bir yeri temsil ediyor. Filmin içine gömülmüş, anlaşılmaz halde de değiller. Zaten duygusal olarak kendinizi bu temsilin içinde buluyorsunuz.

Filmin hikâyesi aslında oldukça basit. Yerlilerin topraklarının işgal edildiği ve kıyımların yapıldığı Amerika yılları (gerçek olay 1823’te geçiyor)… Post avcılığı yapan bir şirketin çalışanları, av sonrası Arikalar (Kızılderililer) tarafından saldırıya uğruyorlar. Bir gurup bu saldırılardan kurtuluyor ve bir miktar postla birlikte kışın zor şartları altında eve dönüş yolculukları başlıyor. Daha önce Kızılderililerle yaşayan ve bölgeyi iyi tanıyan, bir avcı olan Hugh Glass’in yol göstericiliğinde süren kaçış; Glass’in -sinema tarihine kazınacak- bir ayı saldırısı sonucu ağır yaralanmasıyla birlikte başka bir hikâyeye evriliyor. Glass’in yaşama ve intikam alma hikayesi…

Evet, sonrasında filmin biraz uzadığını düşündüğümüz ya da bu kadar da olmaz dediğimiz yerler yok değil. Glass’in bu denli sert koşullarda yaşama tutunması bizde ona karşı bir merhamet uyandırıyor. Glass bir anda filmin iyi adamıymış gibi bir algı çıkıyor ortaya. Oysa işgalci ve bozguncu bir ekibin daha maharetli bir parçasından başka bir şey değil. Fakat Inarritu’nun filmlerinde her zaman gördüğümüz, iyi yâda kötü olmayan derin karmaşa içindeki karakterler kesinlikle çok vurucu. Ve, Inarritu filmlerini özel kılan da bu karakterler.

Oyunculuklar ilgili de birkaç kelime etmek gerekirse “Oscar heykelciğini bu sefer kaldırabilecek mi?” diye merak edilen Leonardo Di Caprio’nun metot oyunculuk adına iyi bir iş sergilediği muhakkak. Ama öyle Oscar’lık bir performans izlemediğimi düşünüyorum. Bence Oscar kazanırsa sadece iyi bir rakibi olmadığından bunu başaracak. Fakat en iyi yardımcı erkek Oscar’ına aday olan Tom Hardy muhteşem bir iş çıkarmış. Heykelciği kaldırmaması çok büyük bir sürpriz olur.

Filmin alt metni içinde söylenmesi gereken şeyler var elbette. İşgalci ve bozguncu bir toplumun köklerinin nereye dayandığı ve galip geldiği, Ffitzgerald karakterinde hayat buluyor. Basit insani hırslarla bezenmiş bir kötü adam. Talan eden ve bunu bencilce yapan bir karakter. Tıpkı Amerika gibi. Amerikan kapitalizmi gibi. Masum halkı temsil eden bir karakter olarak Bridger. Saf iyi niyetli fakat olayları göremeyen, kötülüğe karşı koyamayan ve tek başına adalet getirmeye çalışan Captain Andrew; Henry karakterinin erken ve yalnız ölümü de hukukun bitişini gösterir biçimde. Glass karakterinin insanüstü geri dönüşünün bir tür “diriliş metaforunda verilmesi de filmin daha enteresan başka bir yönü.

Filmin muhteşem görselleri, izleyicisiyle kurdurduğu duygusal bağ ve alt metinleri derken bu yükü kaldıramayan bir finalle son bulması da üzücü.

Sözü daha fazla uzatmadan iyi ve çok yönlü okunabilecek bir film halinde ve en önemlisi sinemanın görsel şölen olarak nitelendirilmesini tam olarak karşılayan bu şaheseri mutlaka izleyin derim.