Eşitlik kavramı lügatlere daha dün girdi.
Hürriyet de öyle…
Tarihi öyle antik çağlara kadar gitmez.
Adalet öyle değil…
Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle: “İnsanlar susuzluklarını gidermek için suya ağız uzattıklarından beri adaleti aramışlar. Ne hürriyet ne de eşitlik olmayan devirlerde geçici adalet devirleri olmuş. Milletler tarihte fatihlerden fazla adillere bağlıdırlar.”
Kadim tarihe baktığımızda, mesela Hazreti Ömer’in adaletinden söz ederiz. Galat olarak literatürün en zengin kazanımlarından biri olmuştur.
O yüzden adalet ve hak meselesine keyfilik karıştırılmamalı. Damla karışsa bile adalet adalet olmaktan, hak hak olmaktan çıkar.
Latince bir söz vardır. Bugün küresel siyasette en fazla dolaşımda olan söz: “Divide et impera.”
Yani “Böl ve yönet.”
Hak ve adaletin yerleşememesinin en büyük sebebi budur. Dünyanın bugün bu halde olmasının da…
Petrol, su, maden, yeşil alan, deniz rezervlerinin neredeyse tamamını hak ve adalet dağıtmak için jandarmalık yaptığını iddia eden egemenlerin kullandığı bir dünyada…
Hak hak olmaktan, adalet adalet olmaktan zaten çıkmıştır.
“Yüksek nitelikli biçimiyle” hayatın akıp gittiği ülkelerin hayatına “kapitalizm” yön vermiştir. Dolayısıyla, İsmet Özel’in de dediği gibi, “Kapitalizmin odak alınması meseleyi insanın dünyada bulunuş sebebi meselesi olmaktan çıkardı; insanın dünyayı biçimlendirmesi haline geldi.”
“Böl ve yönet” diyen de “ben hak ve adalet için görevlendirildim” diyen de aynı sistem aslında.
Samimi olmadığı daha baştan bellidir oysa. “Homo homini lupus” da onun ilkesidir. Yani “İnsan insanın kurdudur.”
Kurt iki türlüdür. Biri sinsice içeri sızar. Derinden yaralar, içini boşaltır ya da çürütür. Sonra çökertir. Diğeri ise üzerine atılır, parçalar, sömürür, kemiklerine varıncaya kadar sindirir.
Oysa insan insanın kurdu olmasa…
İnsan insanın yurdu olsa…
Ümidi olsa…
Hak ve adalet duygusu bu ümidi beslese ve insanı tamamlasa…
Kim çıkıp da ‘böl ve yönet’ diyerek ötekinin bahçesindeki kiraz ağaçlarına, buğday başaklarına, denizindeki balığa göz dikebilir? Ya da neden göz diker?
Şu son salgın bize bir şey öğretti.
Başımızı gövdemiz kadar büyüten aynalar önünde oyalandığımızı gördük. Sadece biz değil, bütün dünya bunu fark etti. Anladık ki, gövdemizi çocuk başı kadar küçülten bir aynanın karşısında imişiz.
Hak ve adalet arasına kara kuvvet perdesi çekenler, ‘nüfuz esnaflığı’ ile değnekçilik yapan imlasız insan kalabalığı gördü ki…
Hakikat hiç de kendilerinin yazıp yaşadıkları gibi değilmiş.
Küçük bir hikâyedir…
Bir kaptanı Malta’ya göndermişler. Fakat geminin pusulası bozukmuş. Koca Akdeniz’i aramış taramış ama hiçbir bulguya ulaşamamış. Ne yapsın, geri dönmüş. Günlerdir büyük merakla kendisini bekleyen haziruna: “Malta yok!” demiş kısaca…
Hak ve adalet, pusulası bozuk gemi ile aranmaz.
Ya bir sille ile kendini gösterir veya yerini belli eder.
Yahut korktuğu başına geldiğinde, çaresiz kaldığında…
Büyük Türkiye ideali bir hamaset değil.
Osmanlı’nın Balkan milletlerine neden ‘gavur’ dediğini araştırdığımızda ayağı yere basar.
Veya Türk donanmasının 1571’de, İnebahtı’da yaşadığı hezimeti doğru okuduğumuzda.
Milletleri de tıpkı insanlar gibi istikametleri belirler. Ölmüş birinin bir istikameti olmayacağına göre… Yaşayanlar için “Nereden gelip nereye gidiyorsun” sorusu önemlidir.
Şimdi oturup bütün insanlığın hak ve adalet aynası karşısında şu soruyu sorması gerekiyor: “Nereden gelip nereye gidiyoruz?”
Fe eyne tezhebun?..
Çünkü kıyamet bu dünyanın ölümüdür. O vakit bu sorunun hiçbir kıymeti kalmayacaktır.