90’lı yıllar…
O sıralar Bingöl’de Belediye Başkan yardımcılığı vazifesi yürütüyorum.
Görev gereği, emniyet müdürüyle de, tugay komutanıyla da görüşmelerimiz oluyor.
İkisinin ismini de hatırlıyorum.
İlginçtir, ikisi de eğitimlerinin bir döneminde Amerika’da bulunmuşlar.
Sözde asayişin bu sorumluları tarafından “terörle mücadele” adı altında zulmün dik alası tatbik ediliyor.
Neredeyse yılın 6 ayı yolların kapalı olduğu köylere 1 ay bile yetmeyecek erzak sınırlaması getirilmiş.
Sebep, “teröristler gelip alıyorlar”…
Kimsenin aklına; “yahu madem öyle, vatandaşı koru, teröristte gelip alamasın!..” demek gelmiyor.
Aslında geliyor da, söyleyenin akıbeti meçhule uğrayacak, şeksiz şüphesiz…
Şöyle bir sahne hayal edin.
Yalnız hayal ettiğiniz bu sahne, ayniyle yaşanmıştır, bunu aklınızda tutarak hayal edin.
Gecenin saat 2’si.
Askerler, insanları köy meydanında toplamış.
İddiaya göre bir terörist varmış o köyde.
Aramalar sonucunda öyle biri bulunmuyor…
Ama arama esnasında fazla olduğu (?!) düşünülen erzak, köy meydanına serpilmiş, vatandaşlar da bağırıp çağırmalar eşlinde itilip kakılmış.
Bunların içerisinde hamile bir kadın da var.
Yanında da 9 yaşındaki oğlu.
Jandarma, esas duruşta değil diye dipçiği vurmuş ve kadın kanlar içerisinde yerde…
Hayal edebildiniz mi bu sahneyi?
Öyleyse o çocuğun neler düşünmüş ve hissetmiş olabileceğini de hesaba katın!
Evet, çok açık bir biçimde o günün idarecileri, dağa eleman sevkiyatının baş aktörleriydiler.
Zulüm öylesine sistematikti ki, sonuç, kaçınılmaz olarak dağı adres gösteriyordu.
Köy boşaltmalar (korucu veren köyleri PKK, vermeyenleri devlet boşaltıyordu), vatandaşa işkence, binlerce faili meçhul cinayet, dışkı yediren komutanlar, Kürtçe yahut Zaza’ca konuştu diye içeriye alınıp anasından emdiği süt burnundan gelinceye kadar darp edilen genç çocuklar, Diyarbekir Cezaevi’nin dünya işkence tarihine geçecek denli zalim işkenceleri vesaire…
Bunları neden mi anlattım?
Bugünle kıyas yapabilmek için.
2003 Türkiye’sindeki Kürtlere reva görülen zulümleri çok özette olsa hatırlatmak için diyelim.
Yukarıda saydıklarım devede kulak, gerisini siz hesap edin artık…
Bölge halkının insan hakları adına en büyük beklentisi, “Olağanüstü Hal” uygulamasının kalkması…
Sonra Tayyip Erdoğan diye bir adam AK Parti isimli bir parti kurdu ve tüm Türkiye ile birlikte özellikle de bölge halkına kardeşlik hukuku bağlamında yaklaşacağı taahhüdünde bulundu.
Sonra, sözünü tutmakla kalmayıp vaat ettiklerinden çok daha fazlasını yaptı.
“Kürt” olgusuyla alakalı ne kadar tabu varsa yerle bir etti.
O gün karşısına Doğan Medyası başta olmak üzere bütün ‘Beyaz Türkler’ dikilmiş, darbe tehditlerinde bulunmuşlardı.
Bakmayın şimdi ‘Sılho’yu allayıp pulladıklarına.
Hiçbirini dinlemedi.
Önce olağanüstü hal uygulaması kalktı.
Sonra tüm yasaklar…
Kürtçenin önündeki engeller birer birer buhar oldu adeta. Kurslar, Üniversitede bölümler, Kürtçenin eğitim dili olmasına ramak kaldığının göstergesiydi zaten.
Kürtçe televizyonun hayali bile kurulamazken devlet, resmen bir kanalı bu işe tahsis etti.
Yöre isimlerinin iadesi, artık tartışma konusu bile değildi.
Yerel kıyafetle, kültür-sanat-eğitim çalışmaları, tabir caiz ise vakayı adiyeden olmuştu çoktan.
Bunlar, kuşkusuz ki, lütuf falan değildi.
Bir halkın, anasının ak sütü kadar kendine helal olan hakları gecikmeli de olsa iade ediliyordu sadece.
Bununla yetinilmedi, Dersim katliamı başta olmak üzere tüm zulümler için devlet adına özür dilendi.
Hayata geçirilen sadece insani haklar bağlamındaki devrimler değildi elbette.
Bölge, tüm Cumhuriyet tarihinde gördüğünden daha fazla hizmetle tanıştı, refahı tattı.
Sonra, “Haydi, tatlıya bağlayıp küslüğü ebediyen tarihe gömecek şık bir jestle taçlandıralım bu işi” diyerek “barış süreci” startı verildi.
İşte her ne olduysa ondan sonra oldu.
Halk, büyük bir keyifle gelişmeleri izlerken, halkı temsil iddiasındaki örgüt ve onun siyasal uzantısı olan parti, başka amaçlar için “yığınak” yapmaya başladı.
Sonra, geçmişte Kürt halkına en gaddar zulümleri reva gören Kemalistlerle ve Beyaz Türklerle aynı çuvala girmeyi seçtiler.
İddia ve söylemleri, yakın geçmişe kadar ümmetin en dindar topluluğu olan Kürt halkının temel anlayışıyla taban tabana zıttı.
Bir kere örgüt tamamen Stalinist bir mantaliteye sahipti ve uygulamaları zalimceydi.
Marksist-Stalinsit bu yapının “felsefesi” de kaçınılmaz olarak ‘ateizm’di!
Yani dinsizlik…
Ahlaki olarak da sınır tanımıyorlardı mesela.
LGBTİ denen sapkınlığı “cinsel tercih” diye kayıtsız şartsız savunuyorlardı.
Bölge halkı bunun “Oğlancılık, sevicilik vesaire” gibi anlamlar taşıdığını biliyor mu, bilmem ama onlar, bunu her vasatta ve her vesile ile savundular.
Din, onlar açısından hâlâ “afyon”du ve bunu her ortamda göstermekten kaçınmadılar.
Sözgelimi Van’da, bir hadis-i şerifle alay eden afiş yahut Diyarbekir’de Efendimiz’le (s.a.v) aşağılık bir biçimde istihza, bunlara örnek olarak gösterebileceğimiz menfur hadiseler…
Anası babası Bitlisli, kendisi doğma büyüme Bingöllü bir Müslüman olarak, işte sözün tam bu noktasında dönüp olan bitene baktığımda, ortada vahim bir yanılgı olduğu gerçeğini tespit ediyorum.
Hemen başında söyleyeyim.
Kürdistan’da, HDP/PKK’ya desteğini ilan etmiş ‘İslamcı’ (!?) geçinen kesimleri muhatap almıyorum.
Daha doğrusu ciddiye almıyorum.
Biliyorum, onlar da beni ciddiye almıyorlar.
Bu yüzden, yolum onlarla kesişmeden doğrudan halkı muhatap alarak, tabir caiz ise ‘köprüden önce son çıkış’ arifesinde bir Müslüman olarak üzerime düşen vazifeyi yapma azmi ve maksadındayım.
Halk, ister itibar etsin, ister etmesin.
Zira ben biliyorum ki, sonuç Allah’a aittir!
Ve dinle ey halkım!
Tarih şahittir ki, Kürt halkı vefalı, kadirşinas ve dindar bir topluluktur.
Kendisine yapılan 1 iyiliğe katbekat iyilikle mukabelede bulunmak ister.
Kendisine atılan bir adıma, 5 adımla cevap verir.
Hal böyle iken, size ne olmuş ki, Cumhuriyet tarihi boyunca ceddinize ve sizlere yapılan hadsiz zulümlere “dur!” diyen, zalim ve ceberut devletten, kerim devlete geçiş yapan bir partiye ve o partinin şahsında devrimci bir adama sahip çıkmaktan geri duruyorsunuz?!
Ve yine size ne olmuş ki, ceddinize ve sizlere zulmedenlerle aynı çuvala giren, şımarık, nankör ve Kürt-Türk demeden önüne geleni katleden, ateist felsefeyi benimsemiş LGBTİ’ci bir partiye payanda oluyorsunuz?!
Sizler, AK Partiye destek verseniz de vermeseniz de itikadımız gereği bizler biliyoruz ki, “olacak olan olur!”
Vereceğiniz destek, Kürtlerin tarih boyunca gösterdiği kadirşinaslığı ve vefayı bir kez daha teyit etmenin ta kendisi olacaktır.
1 Kasım, bu tarihi imkânı sizlerin önüne koymuştur.
Tercih sizindir!
Ben, yegâne referansı İslam olan bir Müslüman olarak bu hayati hatırlatmayı bir vazife addediyorum sadece.
Yukarıda da ifade ettiğim üzere sonuçla asla ilgili değilim.
İş işten geçmeden ve “keşke” demeden önceki son hatırlatmadan ibarettir yaptığım.
Allah şahittir, bu gayret içerisindeyim.
Gerisi size kalmış…