BUGÜN tebessüm hâlindeyim; Nasreddin Hoca’dan zahir…
Hatta sizinle beraber gülmek niyetindeyim…
Emir Timur, Hoca Nasreddin’in memleketine bir hediye gönderir.
Ama ne hediye!
Fil…
Gözetilmesini ister sadece, zira filleri çok sever.
Ancak fil bütün civarı talan eder, ahali perişan olur.
Toplanıp Hoca Nasreddin’e giderler bu belâyı çözmesi için.
İstişare edilir, bir heyetle beraber Emir’e gitme kararı alınır.
Emir Hoca’ya hürmetkârdır ama heyettekiler kendi kelleleri hakkında telâşlıdırlar: “Ya hiddetlenirse?”
Kervan yolda düzülürmüş; bizim heyetin bütün fertleri, ağır baş bilinenler bile Hoca’yı yalnız bırakırlar Emir’e varana kadar…
Hoca tek başına karşısına çıkar, ancak her zamanki gibi ahaliye ders vermek üzere Emir’e beyanda bulunur: “Hediyenizi çok sevdik, bir eş verin de gamlanmasın!”
Tabiî Nasreddin Hoca’nın bu tecrübeye erene kadar bütün bir dünya hâline vâkıf olması, etrafındaki nefsperver insan karakteri üzerine şekillenmiştir.
“Ye!” diye öğütlediği kürk, ona göre aslında sömürü düzenini ve bu düzenin pespayelerini işaret eder.
Zira kendisi kadı olarak yine saygın bir gömlek/cübbe giymekte ve ahali arasında da tanınmaktadır.
Fakat üzerindeki gömlekle adalet dağıttığı için, sömürü pespayeleri kendisinden hazzetmemektedirler.
Ancak onlar gibi göründüğünde kendisini seveceklerini ima ederler kürke yaptıkları ihtiramla…
Hoca ise onların sofrasından bir şey yemeyeceğini beyan eder şekilde kendi oturmaz, kürkünü oturtur.
***
Hoca’ya ait bu iki tecrübeyi neden hatırladığımı izah edeceğim.
Ancak bunun için, biraz AK Parti iktidarlarının öncesine sizi götürmem gerekiyor.
***
AK Parti’yi kuran kadro, parti kurma aşamasına girmeden önce “Erdemliler Hareketi” nâmıyla istişarelere başlamıştı.
Bu isim, cahiller tayfasının herkesi küçük gördüğü ve sömürdüğü, herkesin malını ve hatta ırzını gasp ettiği bir dönemde, söz konusu tayfaya ve gerçekleştirdikleri fiiliyata “Dur!” demek üzere karar kılan önemli bir cemiyetin benimsediği isimdi.
Yazılan sözleşmenin altında, daha delikanlı yaşta olan Server-i Enbiya’nın (sav) da imzası vardı.
“Erdemliler Hareketi”, peygamberî bir hamle örgütü değildi, insanî idi.
Ebu Talib’in evi, erdemlilerin sözüne şahitti.
Erdemliler Hareketi evveline dayanan süreçte, Pınarhisar Cezaevi’nde geçirdiği günlerde, Recep Tayyip Erdoğan’ın kulakları çınlıyordu belki de her an: “Çıkıp bir parti kursa…”
Yûsufî (as) tedrîsin ardından sevdikleriyle kucaklaşan Erdoğan’ı sadece İstanbul beklemiyordu.
Onu rahatsız değil de ferahlatan çınlamalar, Türkiye’nin her şehrinde ziyaret ettiği topyekûn bir milletti.
Öyle ya, o muhteşem şiiri okuduğu yer İstanbul değil, Diyarbakır’dı.
İstanbul’dan Diyarbakır’a, Bursa’dan Ankara’ya, Kars’tan İzmir’e biricik memleketin istiklâl, istikbâl ve istikrar hülyası ile her noktasını arşınlayan Erdoğan’ı yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye o günlerden tanımıştı.
Daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmadan evvel bu kapasiteyi yakalayabilmişti.
Her muhitte onu özlemle bekleyen ve muhabbetle karşılayan dostlar edinmişti bile…
Mahpusluk bitip de demir perdeler kalkınca aradan, çınlamalardaki temenniler doğrudan talebe dönüşmüştü: “Parti kursa da seçime girse…”
Bu talepteki halk, onun üzerinde bulunan siyâsî yasağı âdeta bilip de bilmezden geliyordu.
Siyaset yapamayacağının hatırladığı günlerde milletin bunu görmezden geldiği aşikârdı.
Erdemliler Hareketi’nin yürüyüşe çıkmasıyla birlikte Erdoğan’ın siyâsî yasağına karşı umursamaz tavır halkta daha da netleşmişti.
Hareketin lideri olarak konuşulan tek isim, “Recep Tayyip Erdoğan” idi.
***
Erdemliler Hareketi’nin siyâsî partiye dönüşüp “Adalet ve Kalkınma Partisi” (AK Parti) adını aldığı günlerin öncesini düşünelim yeniden…
Sadece ekonomik bir kriz mi vardı bu ülkede, yoksa birkaç tür krizin toplandığı potada bir kırılma mı?
Ekonomik kriz, politik kriz, liderlik krizi, sorumluluk krizi, kültürel kriz ve daha sonu “kriz” ile biten birçok başlıktan bahsetmek mümkün…
Düşünsenize, yazarkasanın Başbakanlık binası önünde patladığı gündemi takip eden halk, adına “Televole” denilen tuhaflıklar silsilesini de izliyordu.
Tabiî bunların yanında en çok siyaset kurumuna güvenini yitirmişti!
Demokrasi bu ya, güvenilmeyene ancak sandıkla hâddi bildirilirdi.
Sadece o günkü iktidar partileri değil, Meclis’te bulunup muhalefet olan tüm siyâsî partilere tepkiliydi halk.
Yani halk DSP’ye tepkiliydi ama FP’ye de tepkiliydi…
***
Nitekim merhum Necmettin Erbakan Hoca’ın gözbebeği Refah Partisi kapatıldıktan sonra kurulan Fazilet Partisi, kendi içinde bir çekişmeye şahit olmuştu.
Siyâsî yasağı sebebiyle partinin liderliğini yürütemeyen Hoca’nın isteğiyle İsmail Alptekin’in Kurucu Genel Başkanlığında yola çıkan partiye Recai Kutan ile devam ediliyordu.
Bir saniye!
Fazilet Partisi’ndeki bu sürecin en önemli katıksız ve noksansız yazılı şahitlerinden olan bir kaynaktan bu süreci aktarayım en iyisi…
Yavuz Selim’e ait 2002 basımlı “Yol Ayrımı” adlı kitap, Millî Görüş Hareketi’ndeki ayrışmanın perde arkasına ışık tutuyor.
***
O günlere bakışımızı, öncelikle kitabın 41’inci sayfasındaki, Millî Görüş için önemli bir yere sahip olan isimlerden Ramazan Yenidede’ye ait konuşmadaki şu pasaj demetiyle çevirelim:
“Şu an partide üç ayrı ekip var. Bu, benim tespitimdir. ANAP’tan gelenler; Abdulkadir Aksu, Cemil Çiçek, Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş ve bunların ekibi… Zannediyorum, yirmi kişi civarında… ‘Bu partiyi ele geçirmeliyiz, artık yönetim bizde olmalı, söz sahibi biz olmalıyız’ diyen ekip…
Bir başka ekip, Abdüllatif Şener, Abdullah Gül, Mustafa Baş, Salih Kapusuz gibi isimlerden oluşan bir ekip… Bunlar da Hoca’ya hoş görünmeye çalışırken, öbür taraftan kendilerine göre birtakım kararlar alan ve parti yönetimini ele geçirmek istediklerini dile getiren ekip… Tayyip Erdoğan, direkt olarak bu grubun içinde değil, ama bunlar Tayyip Erdoğan’a çok yakın görünürler.
‘Tayyip Erdoğan’ın bu partinin başına geçmesi, partiyi kurtarır’ diye düşündüler bir ara. Ancak ben bu düşüncelerinde samimî oldukları kanaatinde değilim. Çünkü Abdullah Gül, liderliğe oynuyordu. Böyle olunca, münasebetler de biraz parçalanıyor. Abdüllatif Şener de böyle bir liderlik sevdâsına kapılıyordu. Ama esen rüzgâr Tayyip Erdoğan’dan yana olduğu için, onun yanında yer almanın uygun olacağı kanaatiyle hareket ettiler. Dışarıya da bir şey sızdırmadılar. İkinci ekip bu.
Üçüncü ekip de Hoca ve Hoca’nın etrafındaki ‘Hoca ne söylerse doğrudur’ diyen ekip…”
***
Tamam, makaleye başlarken niçin bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla başladığımı şimdi izah edeyim!
Recep Tayyip Erdoğan’ın kulaklarını çınlatanlar arasında sadece halk yoktu anladığımız kadarıyla…
Bugünlerde ona yanlışları üzerinden yaklaşan ve Erdemliler Hareketi’nde yer alıp AK Parti’nin kuruluşunda imzaları olanlar da tâ FP’de onun liderliğinden medet ummuşlar meğer…
Neden?
Emir Timur’a filinin her yanı talan ettiğini söylesin diye mi?
Ancak “One minute” olmuş, heyetten biri, “Balam hastalandı, ateşi çıkmıştır!” deyip terk etmiş liderin yanını…
Sonra birkaçı, Gezi olayları gerçekleşirken, “Falanca işlerin başında olmam gerek!” deyip terk etmiş liderin arkasını…
Sonra yine birkaçı, 17/25 Aralık sivil darbe teşebbüsü sırasında, “Aman ben fena oldum!” deyip terk etmiş liderin izini…
Sonra?
Evet, bu sonra bitmiyor!
***
Recep Tayyip Erdoğan, Erdemliler Hareketi ile yola çıkıp da AK Parti ile resmen siyasete geri döndükten sonra, sömürü düzeninin pespayelerine uymamak üzere, onlara sadece kürkünü gösterdi.
Sömürü düzeni onu, “adalet ve kalkınma” gömleğiyle/cübbesiyle görmek istemiyor, kendi düzenlerine uygun şekilde ağırlamak istiyordu.
Ancak o “One minute!” diyor, dünyaya “beşten büyük olduğunu” öğretiyordu!
Evet, yolun sonuna yaklaştıkça birilerini korku sarmış ve başta olmasını istediklerini terk etme zamanı onlara göre gelmişti!
***
Bugün Sayın Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi Hareket Partisi ile muazzam şekilde sürdürdüğü siyasetle birlikte “Recep Tayyip Erdoğan” isminin nasıl bir temsil gücü barındırdığını öngörebilen Türkiye siyaseti, maalesef Erdemliler Hareketi’nin sözleşildiği evi terk edenlerin hamleleriyle sarsılmak istenmiştir.
Ancak bu girişim bizzat Cumhurbaşkanımız tarafından kesilmiş, Sayın Bahçeli ile yapılan görüşmeyle de mühürlenmiştir!
***
Peki, terk edenlerin, sözleşmeyi bozanların Fazilet Partisi’nin o kıvranış sürecine nasıl etki ettiklerini yeniden hatırlamak ister misiniz?
Evet, bu önemli!
Ancak…
Onu da yarın anlatayım…