Sıcacık bir duygudur sevmek… Işıl ışıl tebessüm eder seven. Bir de sevip de sevilenler vardır. Sevdiğinin kendisini sevdiğini bilen… Gül kızılı bir mahcubiyetle tüllenir yanağı. Gözlerinin pervazından taşar minnet duygusunun şavkı. Bahar rüzgârına kapılmış erik dalları gibi ak pak bir sevinçle salınır. Sevilmeyi hak etmemişliğin hicabıyla, sevilmenin hakkını veremeyecek olmanın sızısıyla titrer dudakları.

Hele sevdiği Allah ise? Hele karşılıksız değilse sevmesi? Allah da onu seviyorsa? Hele hele Allah da onu sevdiğini ona söylüyorsa? Tarife sığmaz bu sevmenin heyecanı. Derin bir kuytudur böylesine sevilmenin mahcubiyeti. Sevilen, sevildiğini bilince, anlamlı bir suskunluk taşır kalbinde. Sevilmenin hakkını verememenin telaşıyla yüzü yerde kalır. Sevildiğini bilmenin utanmışlığıyla yaşar.

“De ki Allah’a muhabbetiniz varsa, bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin” diyor Âl-i İmran Suresi’nin 31. ayeti. Peygamber’e uymak için sevmeyi şart koşuyor, sevilmeyi vadediyor. Peygambere uymaya, sünnete ehil olmaya, sevmenin ve sevilmenin tüm çağrışımları üzerinden çağırıyor: “Severek uyun Peygamber’e!” diyor. “Önce kalbinizin eylemi olsun sünnete uymak, sonra kalıbınızdan görünsün!” demek istiyor. “İçinizden başlasın ehlisünnet olmak da, öylece dışınıza taşsın!” demeye getiriyor.

Zoraki bir eylem değil demek ki sünnete ehil olmak. Kaslarla başlamıyor, kalbin adımlarıyla gerçekleşiyor. Cebren kılığa girmek olmamalı ehlisünnet olmak. Dışına mecburi kıyafet dayatmak olmamalı. Gönüllü bir hareketle, kalbi bir akışla ehil olunur sünnete. Yükünü alır insanın sünnet; ehlini de kimseye yük etmez; çünkü muhabbet yük etmez, yük çıkarmaz. Sevmekle başlayan ehillik, kimseye nefret yüklemez; kimseye ayrıcalık bahşetmez. Peygamber’e(sas) ittiba, muhabbet akışının göllendiği yerdir. Sıcacık bir muhabbet meyvesidir, lezzetli sevmelerin çiçekli dal ucudur.

Sünnetin ehli, iki muhabbet arasındadır her daim. Allah’ı sevmenin sıcacık sevincini, Allah tarafından sevilmenin tatlı hicabını taşır kalbinde. Kalbini taşırır kalıbına; ona göre giyinir, ona göre konuşur, ona göre susar. Ona göredir tavrı, hali, edası… Sevdiğince ışıldar, sevildiğince nazikleşir. İçine doğru ışır ehlisünnet; mahcup adamdır, tevazuu ile var olur. Kendini inşa etme telaşı vardır; ona buna ayar vermeye heveslenmez. Toprağı incitmekten korkarak yürür, gök kubbenin ihtişamıyla sevindirilmenin izzeti vardır yüzünde.

Sarığının katmerini çoğalttıkça, başı açık erkekleri ve kadınları ötekileştirmek aklının ucunda geçmez sünnet ehlinin. Olur da, sakal bırakırsa, sevmekle işba’ olmuş kalbi, sakalsızları “sünnetsiz” diye aşağılamağı kaldırmaz. Kıblesi reytinge dönük “sidik yarışı” polemiklerine katılmaya tenezzül etmez, bu çirkin koşunun kazananı olmaktan bile utanır Ehli Sünnet. Kendini “ehlisünnet” diye markalayıp kendisi gibi düşünmeyenleri karalamaya vicdanı el vermez ehlisünnetin. Ölesiye korkar kendi tercihini sünnete eşitleyerek, Peygamberin hatırını kendi itibarına kalkan yapmaktan. Aklının ucundan geçmez “âlemlere rahmet” Resul’ün şahsiyetini “belli bir cemaate yahut zümreye rahmet” diye daraltmak, klikleştirmek. Sünnetin geniş caddesini herkese açık tutar. Resul’e tabi olmayı kendi şeyhine tabi olmaya kilitlemekten yüzü kızarır.

Seven adamdır Ehli Sünnet; şekilden ibaret görmez her şeyi, sığlaştırmaz Peygamber yolunu, derinlik derdindedir, incelik telaşındadır. Taklitçi takipçiler istemez; nesneleştirmez müritlerini yahut öğrencilerini. Yanında tahkik ehli, saygın özneler olsun ister. Üslupsuzluğunu “ehlisünnet savunması” diye kapatmaya kalkmaz. Kendine yapılan uyarıları “ehlisünnete operasyon” diye paketleyip taklitçilerin sığ akıllarını tahrik etmez.