Diyarbekir’de yürüdükçe -ki yaya kalmanızı tavsiye ederim- buranın her ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da manevi iklime sahip bir yer olduğunu hakkel- yakin müşahede ediyorum. Buram buram İslam kokuyor burası.
H.Yahya Şekerci
Diyarbekir’i gezerken yapmanız gereken en önemli şeylerden bir tanesi de burçların en yakışıklısı Keçiburcu’na çıkıp, oradan Hevsel Bahçeleri’ni seyretmektir. Dicle’nin hayat verdiği bu mümbit topraklar bence hiçbir yerden bu kadar güzel görünmüyor. Burç’un hemen altındaki mahzen, buralara özgü taş yapıların nasıl sergilendiğinin kanıtı gibi. Merdivenden 10-15 basamak iniyorsunuz. Sonrasında ortasında oldukça uzun kolonların bulunduğu, tavan mesafesinin ise ziyadesiyle yüksek olduğu bir mekanla karşılaşıyorsunuz. Burası, bu sıcakların arasında bizim Elazığ’daki buzluk mağarası kadar olmasa da serin, steril bir yer.
Gez gez bitmiyor azizim. Keçiburcu’dan geriye, Ulu Camii’nin de bulunduğu caddeye yol alırken hemen sağ yanımızda sıralanmış olan dükkanlar göz alıyor. Öyle renkli öyle güzel ki, burada pek çok şeyi bulmak mümkün. Kehribar sarısı rengiyle bıttım sabunu var mesela. Aynı adı taşıyan bir bitkiden imal ediliyormuş. Saça, vücuda iyi gelen doğal, sağlıklı bir sabun bu. Denedim, tavsiye ederim. Dükkanları biraz geçince, her ne kadar tadilat yapılıyor olsa da, tüm ihtişamıyla Ulu Camii’yi görüyorsunuz. Burası Anadolu’da yapılan ilk cami. Şafii nüfusun ağır olduğu bu beldede son dönemlere kadar Hanefi fıkhına göre ibadet yapılırken, Diyanet İşleri güzel bir iş yapmış. Artık Şafii imamlar namaz kıldırıyor. Ayrıca Cuma günleri de Kürtçe hutbe okunuyor. Bu caminin önemini anlatmakla bitiremeyiz. Muhakkak görülmesi lazım. Bize; bizi, medeniyetimizi, kardeşliğimizi öğreten dev bir sembol burası. Mescid namazını ihmal etmeden destur alarak çıkıyoruz. Azıcık daha yürüyüp, Hz. Süleyman türbesine ulaşıyoruz. Burası burçların hemen dışında kalan ve içinde yirmiden fazla sahabenin medfun olduğu söylenen bir yer. Burada yatan Süleyman ise Halid bin Velid’in oğluymuş. O da, babası gibi bir kumandan ve İslam ordularının başında Diyarbekir’e gelmiş ve şehid düşmüş. Allah; Muhammed ümmetine, O’nun ashabına, O’nun yolunu takip edenlere, O’nun mücahitlerine yardım etsin. Bu türbe ve çevresinin önemini şöyle anlatayım. İstanbul’da, Eyüp Sultan neyse; Ankara’da, Hacı Bayram neyse Diyarbekir için de bu türbe o. İnsanlar akın akın burayı ziyarete geliyor. Günün hangi saati olursa olsun ellerinde Kur’an cüzleri ile insanları burada görmeniz mümkün. Diyarbekir’de yürüdükçe -ki yaya kalmanızı tavsiye ederim- buranın her ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da manevi iklime sahip bir yer olduğunu hakkel- yakin müşahede ediyorum. Buram buram İslam kokuyor burası.
Diyarbekir’e gelinir de ciğer yenilmez mi? Az önce geçtiğimiz yerdeki Hasan Paşa Hanı’na geri dönüp, çay içmek üzere sözleşip iyi bir ciğercide iftar için selam verip kapıdan içeri giriyoruz. Yolculuğu beraber yaptığım arkadaş Karadenizli olunca ciğerden falan anlamıyor haliyle. O da oturur oturmaz maruz kaldığımız meze bombardımanından nasiplenmeyi tercih ediyor. Yine doyuyoruz elhamdulililah. Allah olmayanlara, doymayanlara versin. Bu ciğer meselesini daha fazla anlatıp canları daha fazla sıkmaya, nasapları daha fazla bozmaya niyetim yok. Ha-a, bir de buranın kadayıfı meşhur, ama onun konumuzla alakası yok. Mekandan çıkınca gözüm bir okul tabelasına ilişiyor: Selahaddin Eyyubi Anadolu Lisesi. İyi hikayeler peşinde olunca demek ki, Allah da lütfediyor. “Hey-hey” diyorum kendi kendime. “Nerden nereye.” Yemekten sonra tabiri caizse vacip olan çay faslına geçmek üzere Hasan Paşa Hanı’na geçiyoruz. Bu Han, klasik dönem eserlerinden. Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Vezirzade Hasan Paşa tarafından yaptırılmış. 1572’de başlanmış inşasına ve 3 yılda tamamlanmış. İki katlı oldukça sarp merdivenlerden çıkarak üst katlara ulaşabildiğiniz serin ve güzel bir mekan. Sonra yeniden Keçiburcu’na yönelip dört ayaklı minarenin olduğu sokağa yöneliyoruz. Bu noktanın arka tarafları yani iç kısımlar taş evlerin bulunduğu daracık Diyarbekir sokaklarının görülebileceği, Keldanisinden, Süryani’sine ve Gregoryan’ına kadar kiliselerin bulunduğu yer. Yalnız sokağa girer girmez bir koku dumanın tüm sokağı kapladığını görüyoruz. Amcanın biri yelliyor. Ama kimsecikler şikayetçi değil. Eski Diyabekir sokakları bu tip amcaların yellemelerine, yaydıkları kebap dumanının kokusuna alışkın belli ki. Amcanın öyle bir hali var ki, sanki cebinizde para olmasa dahi karnınızı doyuracak kadar gönlü geniş gibi. İftar sonrasında dahi sırtlarını sokağa yüzlerini kepenkleri kapatılmış dükkanlara çevirir vaziyette yemek yiyen muhteşem gençlere rastlıyoruz. Karadenizli arkadaş, “Edepleri edepleri göğe kadar uzanmıştı, şahidiz” diyor. Bunlar Müslüman çocuklar, bu ümmetin çocukları ve bu tip manzaralar bize hala büyük bir umudun olduğunu apaçık beyan ediyor.
Dostlarla bir araya gelmek, yeni arkadaşlıklar kurmak her zaman zinde tutar insanı. Biz de öyle yaptık. Mihmandarımız Ufuk Ağabey’in vesilesiyle geceye doğru 10-12 kişilik bir sohbet halkasına dahil olduk. Hepsi güzel insanlar. Akademisyenler, öğretmenler, doktorlar ve şehirde idari görevde bulunan ağabeylerdi bu adamlar. Tabi bu kadar insan bir araya gelince siyaset de konuşuluyor, ilim de.
Bölgenin sorunlarına ve çözüm yollarına ilişkin fikir teatilerini dinliyoruz. Ağabeyler şehrin, bölgenin gergin havasının aşılması için maneviyat alanının genişletilmesi gerektiğinde fikir birliği sağlıyorlar. İHH’nın Diyarbakır temsilcisi HDP’li belediye başkanlarının dahi, “Siz kimseyi ayırt etmeden yardım yapıyorsunuz” diyerek büyükşehir belediyesinden alamadıkları yardımları İHH’dan temin ettiklerini söylüyor. “Bize Allah’ın izniyle her kapı açık” diyor başkan. Göğsümüz kabarıyor. Allah yardımcıları olsun.
Yine medreselerin burada önemli bir işlev gördüğünü, daha fazla yaygınlaştırılıp bölgenin dinamiklerini belirleme noktasında daha fazla inisiyatif alması gerektiğini düşünmeye başlıyorsunuz. Zira dindar Kürt ve Zaza halkının gerçeği bu kurumlar. Onları ihya eden kurumlar. 1974’te merhum Erbakan Hoca’nın bayraktarlığını yaptığı Kıbrıs Barış Harekatı vuku bulduğu zaman Diyarbekir’den binlerce gencin askere alınmak üzere şubelerde beklediği bir toplumsal motivasyondan bugünlere gelinmiş. Hatta askere alınmayan gençlerin ağladıkları dahi anlatılıyor. Şeyh Said’in oğullarının, torunlarının yine Hoca ile miting miting dolaştığı günlerden bugünlere…
Sisteme ilişkin pek çok eleştirimiz var. Değiştirmeye, düzeltmeye azimliyiz, tamam. Bununla beraber; insan kendi evine küser mi. Buradan ayrılırken devletiyle yeniden barışmış, sorunları aşılmış, kendi hakikatiyle yüzleşmiş bir Diyarbekir görmek umudunu ve duasını taşıyarak yola revan oluyoruz.
Var olasın Müslüman Diyarbekir. Nur olasın.