İlkin “sözcük” yok imiş, söz var imiş ancak yazılası değil imiş…
Erenler hakikati sözlü söylermiş, duyanlar aklına çakar gibi hıfzedermiş.
Sözü dinleyen, duymayana dillendirir, sevdiklerine söyler, söyledikleri dilden dile, ilden ile söyleye söyleye zamanın kalbine nakşedermiş…
Aslında ilkin söz kıymetliymiş. Duyuldu mu hayata rehber eylenirmiş…
Bu devrin en makbul sözlerinden “Söz uçar, yazı kalır” iddiasına ters görünse de söze kıymet katan, söyleyenin samimiyetiymiş.
Öyle yazı yazıldığı yerde, iki kapak arasına hapsedilesi değilmiş. Sözün raflarda toz tutması ne mümkün, söylenir, dinleyen teslim alır, sözü emanetten bilirmiş. Emanet ehemmiyetliymiş o devirlerde, illa birine teslim edilesiymiş ki, vebali omuzlara binmeye.
Evvel zamanlarda, gidenler uğurlanır, gelenler karşılanır, toylar kurulur, şölenler düzenlenir, düğün dernek yapılırmış da ozanlar alıp kopuzu eline vururlarmış teline… Sonra deyiverirlermiş sözün en güzelini, hece hece işlenmiş nakış gibi şiirce…
Dedem Korkut’tan miras destanlar okunurmuş Türk boylarında, obalarında, otağlarında… Nasihatler kopuzun telinden dökülen tınılarla süslenir, kimine tekdir, kimine takdir olurmuş. Kısmeti olanlar nasihatten nasiplenirmiş.
Zaman geçermiş amma hiç modası geçmezmiş söylenen sözlerin. Dedik ya, söylenenin zamanın kalbine işlenmesi böyle bir şeymiş.
Bir vakit; “Kız anadan görmeyince öğüt almaz./ Oğul atadan görmeyince sofra sermez” demiş Dede Korkut… Okul neylesin, öğretmen neylesin şimdi? Versek veriştirsek eğitim sistemine neye yarar, dedem Korkut şerhi düşmüş işte, ana tembel olmaya… Ki işlesin öğüt kızlarımızın kalbine de özgüven adı altında hürmetten, saygıdan, muhabbetten ırak kalmasın hayatları. Aile mektebinde ilk şefkatli öğretmeni olsunlar anaları gibi.
Sersin oğullar sofraları misafirlerine ki, Rabbin ikram ettiklerinden ikram etmenin kutlu şükrüne erişsin ocaklar… Oğullar bolluğun, bereketin çağırıcısı olsun. Ev ev çoğalsın, il il yayılsın izzet ile ikram, paylaşmanın atadan başlayan bir adap olduğu anlaşılsın!
Ah bir de modası geçmeyen şu söze bir bakın hele; “Kahpe içerden olunca kapı kilit tutmaz oğul!/ Halk içinde bozgunluk yapan haindir oğul!”
Nasıl? Dede Korkut, bir söylemiş pir söylemiş değil mi?. Asırlar geçmiş amma söylediği sözler hiç mi hiç eskimemiş. Pek tanıdık, pek bilindik, pek yakın bir tecrübemizin tercümesi gibi… İnsanın mayası hiç değişmemiş çünkü, hakikatin dili de hep birmiş. Günler devrilse, zaman evrilse ne yazar!?
Atalarımızın asırlardır söylene gelen sözleri, anaların anlattığı masallar, yazının icadından sonra kayda geçen destanlar tarihimizden izleri zaman gergefine mahirce işlemiş. Çünkü, “Destanlardan hayâl ve masal unsurlar, çıkarıldığı zaman, geriye, ana çizgileriyle o devirlerin tarihi kalır. Eski, yeni, yabancı, hatta yerli kaynakların, onları tarih sahifelerine almaları da bundandır.”
Zamana meydan okuyan atasözlerinden masallara, ozanların kopuz eşliğinde söylediği şiirlerden destanlara yol aldığımız da görünen o ki, tarih öyle ürkülesi, öyle sıkıcı, öyle bunaltıcı gelmiyor insana.
Bir destanın içinden geçerken, tarihi kahramanlarla tanışmanın heyecanı düşüyor kalbimize, aklımızda sözlerin çarpıcı etkisi kol geziyor. Sözün ihlaslısı, insanı işte böyle çarpıyor.
Bu satırları kaleme almazdan önce, destanlar içinde tarifsiz bir yolculuk yaparken yakalamıştım kendimi. Dedim madem yakalandım, aktarayım anlatayım da uyansın içimizde destanlarımız, destan yazan kahramanlarımız.
Yedi düvelin gözlerini üzerimize diktiği bu coğrafyada yeniden destanlar yazılıyor madem ve Lozan’da kazdıkları kuyuda boğulmasını bekledikleri millet her şeye rağmen güçlenerek, dimdik varlık gösteriyor öyleyse destansı bir dirayet lazım şimdilerde bize…