Doğruldu yerinden. Boğazına düğümlediği fularıyla oynadı. Lütfedip yüzünü döndü kalabalığa. “AYM kararlarının bile kale alınmadığı bir dönemde yaşıyoruz.” dedi. Yer yer alkış, yer yer de onaylayıcı birkaç kelime yükseldi salondan. Biraz da tekebbürle süslü karakalem aydın jestleri…  Bir tutam, çalışılmış entelektüel mimikler…

Dört sıra gerisinde, aynı bulanık kimliğin bir reprodüksiyonu olan arkadaşı fırladı heyecanla. “Muhalif seslerin ihanetle yaftalandığı bir Türkiye bataklığındayız” cümlesini kusuverdi, dertli gözüken bir eda ile. Ve devam etti: “Siyasal ve ekonomik açıdan yerlerdeyiz.’’

Kulak tırmalayıcı bir şamata kopuverdi salonda. Kimi, sığ akıllara kodlanmış komik hırsızlıklardan dem vuruyor; kimi, Avrupa’ya perestiş türküleri tüttürüyordu cırlak bir tonla…

Bazısı ciddi ciddi olası bir halifelik deklarasyonundan bahsediyor, bazısı dönüp dolaşıp Suriyeli mültecilere küfrediyordu sosyete diliyle…

Güne Sözcü Gazetesi’yle başlamadan kendilerini dinç hissedemeyen emekli subaylar, arada bir Ahmet Hakan okuyarak kültür gelişimini tamamladığını düşünen 30 yaş altı kadroyu besliyordu bayat fikirlerle. Her üç beş cümlede bir, “Ne işi var Türk askerinin Afrin’de?’’ye getiriyorlardı lafı…

Hararetliydi Yılmaz Özdilciler. Kendi kliklerini kurmuşlardı salonun bir köşesinde. Onların muhabbeti biraz sıkıcıydı. Uğur Dündar Atatürkçülüğünü, ağızlarında sakız gibi çiğnemekten öteye geçemiyorlardı…

Ayşe Arman okuyarak Türk iç ve dış politikasını yalayıp yuttuğu hüsnü zannına sahip hanım ablalar, çoktan toplanmış ve rutin dedikodularına, bir diğer deyişle kitle küçümseme seanslarına başlamışlardı…

Bir lahza, mahzunca etrafını süzdü en arkadaki sakallı dayı. Kelimeler vardı boğazını yoklayan, fakat dudakları bir türlü hareket etmiyordu. Bir avuç yobazın hışmından çekiniyordu belli ki. Ahmakla münakaşaya değmez öğüdünü getiriverdi aklına. O topa hiç girmedi. Anlamayana anlatmanın, ölüyü diriltmekten daha zor olduğuna inanılan bir kültürden geliyordu neticede. Sabretti…

Üniversite okumamıştı bizim dayı. Ama mesela Altan kardeşleri, Şahin Alpay’ı, Can Dündar’ı ve sair tipleri tanıyacak kadar da izan sahibiydi. Yargının, Pensilvanyalı çirkin suratlı cünüp bir münafığın kirli ellerinden kurtulamadığını iyi biliyordu. Kuvvetliydi dayının hafızası. Gazetecilik, sanatçılık kisvesiyle yapılan şerefsizlikleri bir bir hatırlıyordu. Kim terörist kim değil farkındaydı. Şımarık Amerika’yı kökten reddediyor, İsrail’e Allah rızası için buğz ediyordu her nefesinde. Abdullah Gül’e, Ahmet Davutoğlu’na kırgındı bir yandan. Bülent Arınç desen, eskiden beri sevmezdi…

Velhasıl ayrılık vakti gelmişti hamakat kokulu salondan…

Dayı destur çekip, oturduğu yerden heybetle kalktı. Son bir kez göz attı karşısındaki yığına.

“Cenab-ı Hak ıslah etsin” çığlığı koptu kalbinin en yanık yerinden.

Ve tek kelime etmeden çekti, gitti.

***

“Şu bizim dayının da ne işi varmış öyle kasvetli ortamda?” demeyin. Vardı işte bir işi, orasını kurcalamayın. Dayıya bir dua edin, yeter…