Dipsiz bir kuyudayız…

Kör karanlıkta yükselen çığlıklarımızı duymuyor kimseler…

O kadar derinlerden haykırıyoruz ki bir duyan olsa çığlıklarımızı, “Kıyamet kopuyor!” diye feryat figan eder etrafına… Fakat biz farkında bile değiliz kopan kıyametin.

Çünkü muhtacız…

Muhtaçlığımızı bize duyuran ve her türlü açlığımızı doyuran o kutlu soluğa muhtacız…

Bununda farkında değiliz.

Muhtaçlığımızla yoldaşlığımız ezelden başladı oysa…

Bunun farkına varan gücü yettiyse bir nebze kurtardı kendini de diğerleri devasını aramayı bırakmış dert topluyor sadece… Kıyamet kopuyorken hem de…

Peki, öyleyse, soralım herkesten önce kendimize, Kelam-ı Kibar’ın ifadesiyle: “Fe Eyne Tezhebûn?” (Bu Gidiş Nereye?)…*

Bu sorunun cevabını ararken bütün gidişlerimizi hesaba çekelim… Terk edişlerimizin bizi baş başa bıraktığı yalnızlıkların hicran yüküyle dolu küfesini sırtımızdan yere bırakalım ve durup bir düşünelim.

Bu sırtlandığım gam yükü dünyaya ait ise taşıyan neden benim? Yok eğer öteki dünyanın sonsuzluğuna aitse neden belim iki büklüm diye sorgulayalım hayatı.

Nisan ayındayız…

Tabiatın bütün renkleriyle dirildiği günleri ruhumuzda güneşlere doyamadığımız günler olarak yaşıyoruz.

Ondandır ki içinde yaşadığımız çağın üzerinde dolaşan kara bulutlara güneş açsın isteyen herkesin, Hz. Peygamber’e özlemi daha bir depreşir bu mevsimde… Çünkü O (SAV), bu mevsimde hatta bu ayda gözlerini açtı dünyaya…

O’nun ile soluk almaya başladı dünya ve tüm insanlık. En karanlık zamanları, sonsuzluğun aydınlığına çekerek insanlığı şereflendiren ve Hak yolda istikamet belirleyen Nebi, bizim de yaralarımıza merhem olacaktır pek tabii ki…

Ama bunun için başta betimlemeye çalıştığımız üzere, dipsiz kuyuların farkına vararak önce gönlümüzü ve sonra sorularla aklımızı uyandırmamız gerekiyor kış uykusundan…

Dirilen sadece tabiat; yani ağaçlar, çiçekler, börtü böcek olmamalı. Dirilmekle en önce sorumlu insan, bu canlanış şenliği içinde en zirve noktayı bulmalı kendine.

Bindiğimiz takside taksimetrenin kilometre hesabı ve şoförün yolculuğun sonunda önümüze koyduğu faturanın dahi hatırlattığı bir şeyler olmalı bize.

Özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanlar, beton apartmanlardaki mahpusluklarına bir son verip daha fazla iç dünyalarına yönelerek ayaklarındaki kapital zincirleri kırmanın bir yolunu bulmalı.

Otobüs, metro, tramvayların turnikeleri arasına sıkışmış bir hayatla yetinmeden ruh inşa etmeliyiz hepimiz.

Kırda açan her bir çiçeğin fotoğrafını çekmeli taşradan yaşayanlar ve yeniden hayat bulan her obje ruhunda yeni bir desen çizmeli herkesin.

Bize ruh üfleyenin nefesinden gelen esintileri içimize çekerken Anadolu’daki deyimiyle can baş üstüne demeli insan… Çünkü bize can bahşeden Yaradan, O’na (SAV) “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” diye sonsuz sevgisiyle seslendi.

Bize düşen Sevgililer Sevgilisini can baş üstüne taç etmek ve o ruh’u hayatımıza yol tayin edici kabul edip gözlerimizi bütün karanlık köşelerden çekerek işaret buyurduğu yolda geleceğe yürümektir.

Bu öyle bir yürüyüş ki, yalansız, riyasız, başı dik, alnı ak, yüreği kavi, cesur, cömert, yiğit ve adamlık yolunun yılmaz, yıkılmaz yolcusu yapacaktır adım atan herkesi.

Şimdi gelin bugünden tezi yok bize yeniden diriliş vadedenin biricik yol tayin edicisine seslenerek O’nun (SAV) yolunda yürüyeceğimiz sözünü verelim hep birlikte… Üstelik yüzyıllara meydan okuyan ve ne zaman ne mekân tanıyan bir seslenişle:

Can baş üstüne!.. Ya Rasul!..

*Tekvîr Sûresi 26. ayet-i kerime