Yapıcı, onarıcı, tamamlayıcı vasıfları ilke edinmenin yolu, nezaket ve anlayıştır. Aile bu üslubu benimsediğinde, denge haritası oluşur. İnsan olmanın öz çekirdeği olan sabır ve merhamet duygusu mutluluğun kapısıdır. Aile kendi içinde oluşturduğu bu spesifik bağı koruyamazsa, dışarıdaki ses ile boğuşma başlar. Kültürel uyumu öğelere ayırarak, değer odaklı çizgide, sağlıklı çocuklar yetiştirmeyi gaye edinen aile, problemsizdir.

Evlilikten masal dünyası bekleyenler, huzuru içlerinde inşa edemeyenler, evliliğin aşk seremonisi içinde geçeceği yalanına inanırlar. Filmlerdeki romantizm, kitaplardaki aşk sayfaları aile hayatını kelebekli, pembemsi bir cam fanus olduğunu dikte ediyor olması, duygu sağanağına kaptırıyor gençleri. İçine girince, rüya âlemi sona erince, hayal kırıklığı yaşanması normaldir. İnsan gerçeğini, kendinden sakladığında, iki defa mutsuz olur. Hayatı anlamanın yolu, olduğu gibi kabul ediştir. Hedefi olan insan, ortak paydada buluşur ve bir yuva kurar. Hep bir fazlasını arzulayanlar, her şeyden eksik kalırlar. Aile fertleri insanlığa nasıl bir katkım olabilir sorusu ile tamamladığında iç eğitimini, toplumsal sorunlar ortadan kalkar. İnsan oluşun hayati noktası, insanlığın her sahasına karşı ‘göz tokluğudur.’ Ruhu aç olanlar, Zevk yörüngesinde yanlışın hamallığını yaptıkları için, tatminsiz bir o kadar da egoyu beslemek uğruna tutarsız ve onursuzdurlar. Sanayileşme ile başlayan kültürel devrim, Türk aile yapısına olumsuz bir pranga, deri değiştirme, başkalaşım, gibi bir devinim süreci başlatmıştır. Zayıf insanlığın taramasını, din üzerinden yapan sanat ve medya dünyası, tragedya safında sabitlenmiş, depolanmış bir hissiyat külliyesinde sakat kalmayı tercih etmiştir. Hakikat sapması yaşayanların omzuna değmeyen mutluluk şalı, daim aranır bir meta olmuştur. Sinemaya uyarlanan ‘Karılar Koğuşu’ Türk aile yapısını tek taraflı analiz etmiş, gelenekten beslenen dini yaşantının aksaklıklarını, din ve ahlak sorunu olarak işlemiştir. Murat karakterine melekimsi bir hava verilmesi de ütopyadır. Aileyi ekrana taşıyan bu tarz filmler, bugün neden tek taraflı tema diye sorgulatıyor. Kadının yarasını saran sistem, kadına yarası ile yaşamasını öğretmiştir. Yaklaşık on beş yıldır kadın ve aile üzerinde çalışmalar yapıyorum. Bazı hikâyeler insanlık bu kadar mı alçalır dedirttiriyor. Maaş kartına el koyan eş yüzünden, çantasında simit parası olmayan eğitimci bir dostumdan, çalışan kadın dünyasındaki çaresizlikleri dinlemiştim. Kadın çalışıyor, kazanıyor ama erkek ya annesinin ya da eşinin çalıştığı parayı harcıyor. Vermediği takdirde de şiddet gösteriyor. Kadın hakları, çalışan kadınlarının dramını sahneye daha etkili ve çözüm odaklı olarak taşımalı. Çalışan bir aile ile yaptığımız yolculukta, çocuk ağlayınca eşinin ‘Sustur şu çocuğu’ deyişi hiç gitmiyor aklımdan. Çocuk sesine tahammül edemeyen babaların dünyası meşhurdur. Bugünün penceresine, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizlerini bırakıyorum: “Çocuğum sana yalvarıyorum/Ellerin çirkinleşmeden dua et…” Duaya emanetsiniz. Selamlar.