En başından ifade edeyim; herhangi bir dinî ya da seküler cemaatin ya da tarikatın müntesibi değilim.
Lakin bu, dinî tarikat ve cemaatlere yapılmaya çalışılan “nefret operasyonlarını” görmeme ya da objektif olarak değerlendirmeme, doğrularından istifade etmeme engel değildir; Hacı Bayram-ı Veli’den, Mevlâna Hazretlerinden, Nakşibendi’den ya da Sivâsî’den ve daha nicelerinden.
Onların olmadığı bir Türk İslam Tarihi düşünülebilir mi?
Yine tarihin her devrinde en önemli savaşların gerekçesinin çoğu zaman dinî karakterli oluşunu görmeme de engel değil.
Zira “Augustus eşiği”ne gelmiş bir devletin, imparatorluğa evrilebilmesi için yolunun mutlaka evrenselci bir din anlayışı ile kesişmiş olması bile dinin, devletlerin büyümesinde ne denli önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu ortaya koymuştur.
Roma İmparatorluğu’nu, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı büyüten en önemli güç kaynağının “din” olması gibi.
Herodot Tarihi’ni okuduğunuzda binlerce yıl önceki savaşların bile en önemli gerekçesinin “tanrılar adına” olduğunu çok açıkça görebilirsiniz; pagan karakterlerine rağmen.
Zira her kralın savaştan önce tapınaklara müracaat ederek tanrıların rızasının olup olmadığını öğrenmeleri bir mutat idi.
Dünyada bilinen ilk darbeci Akat Kralı Sargon bile, darbesinin gerekçesini “Tanrılar tarafından görevlendirildim.” şeklinde açıklamıştı.
Din, her dönemde kralların ya da imparatorların meşruiyetinin değişmeyen kaynağı olmuştur.
Parlamenter demokrasiler, meşruiyetin kaynağını “millet” olarak tanımlasa da dini, dayandıkları milletin hayatından çekip alamamıştır.
Dolayısıyla da din o ya da bu şekliyle ama istisnasız her dönemin ve her toplumun merkezinde olmuş ve olmaya da devam edecektir.
Şimdi, yerçekimi kanununu yeniden ispat çabası kadar saçma bir çabanın içinden çıkıp sosyolojik bir gerçeklikle, cemaat ya da tarikatlarla ilgili birkaç söz edebiliriz sanırım.
Dinî cemaat ya da tarikatlara öfkeli pek çok karakterin aslında mutlaka bir seküler cemaate ya da tarikata mensup olması da çok ayrı bir çelişkidir; bu konulara karşı en çok mücadele veren gazeteci Saymaz başta olmak üzre.
Seküler cemaatlerin üyeleri bir aleksitimi ya da “duygu körlüğü” yaşıyor olsalar da içinde bulundukları şey yine de bir cemaat hâlidir.
Bu hâli Max Horkheimer şöyle tarif ediyor: Ancak özgürleşme adına kutsaldan kaçan birey, bu kez ideologların pençesine düşmekten ve onların elinde âdeta bir piyon olmaktan da kurtulmuş değildir.
Ve yaptıkları şey de temelde şudur: Dinî cemaatleri ya da tarikatları yapı sökümüne uğratıp köksüz, yüzer-gezer hâle getirirken kendi seküler tarikatlarına ya da cemaatlerine alan açmak ve onların kökünü sağlamlaştırmak.
Evet, değeri olan her şeyin istismarı da vardır.
Lakin bu, kalpazan var diye parayı tarihe göndermenin sebebi olmamıştır.
Ya da hırsızlar parayı çaldı diye kimse paradan nefret etmez.
Öyle zannediyorum ki sahtesi en fazla yapılan şey altındır ama kimse altının tarihteki konumunu sorgulamaz.
Espiyonaj faaliyetleri başta olmak üzere, din istismarları tarih boyunca hep vardır ama din de hep vardı ve olmaya da devam edecektir.
Dini istismar edene ya da kötülemeye çalışana değil de dine saldırmak, zaten yapılmak istenene hizmet etmektir.
Burada yapılması gereken, dinden ya da ehl-i sünnet tarikat ya da cemaatlerden nefret ettirmek değil, çocuklarımıza doğrunun ne olduğunu öğretmektir.
Altınla tenekeyi ayıran bir kuyumcu hassasiyeti gerekir bu noktada; altından vazgeçmek değil.
Bugün bu nefretin, muhafazakâr aileleri ve cemaatleri merkezine alan dizilerle beslenmesi de çok acı bir gerçekliktir.
Yakaladıkları reytingin en öneli sebebinin de yine değerlerimizi hedefe koymaları sebebiyle -güya- uğradıkları sosyal medya linci olması ayrıca manidardır.
Reytingini bu tepkilere borçlu olan en az beş altı dizi saymak mümkün.
En son pavyon sahneli dizi de bu gerçeği fark etmiş olmalı ki o da aynı kervana dahil oldu.
Bu durum, başka bir tarafıyla da hakikatlerimizin ne derece yüzer-gezer hâle geldiğinin bir göstergesidir.
Marshall McLuhan’ın “küresel köy”ünde yaşadığımızı andıran örnekler, ileriye değil de geriye doğru gittiğimiz hissi uyandırıyor.
Bu, kavramlar tarihçisi Reinhart Koselleck’in çok daha iyi cevap vereceği bir konu belki.
Fakat şu hakikat hepimize açıktır: Kağnı yerine uçakla seyahat ediyor olmak görüntüyü belki kurtarabilir ama ruhu değil...