Türkiye’de yaşayıp da, hayatında bir göç hikâyesi olmayan insan neredeyse yoktur. Her nefsin ölümü tattığı kadar, her insanın da göç yaşadığı vatanın adına, Türkiye diyoruz. Kimliğimizin oluşmasında, Yahudiler kadar olmasa bile, bizlerin, yani Türk veya Müslümanlar’ın tecrübesinin de payı olduğunu söyleyebiliriz.
Öyle ki, İslâm’ın hikâyesi içinde de göçün (Hicret: 13-28 Mayıs 622’de Mekke’den Medine’ye) kurucu bir yeri var. Hz. Ömer zamanında, bu olay Müslüman takviminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Diğer yandan, Türklerin 350’de başlayıp Osmanlı dönemi boyunca Batı’ya doğru yaptığı göçlerin, Dünya Tarihi içinde dönüştürücü bir öneme sahip olduğunu görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde elimize ulaşan Türk İslam Dünyasında Göç ve Göç Yönetimi adlı kitap, bu konuları yeniden ele alıyor. Abdullatif Çeviker ve Faruk Bal editörlüğünde 2016’da yayınlanan söz konusu kitapta pek çok akademisyenin çalışması da yer alıyor.
İslâm, Osmanlı ve 20. yüzyılda meydana gelen göç ve göçe ilişkin araştırmaların ele alındığı kitapta; başta editörler olmak üzere Gülfettin Çelik, Cihan Piyadeoğlu, Hayrunnisa Alan, Fatih Bayram, Hüseyin Arslan, Rahmi Deniz Özbay, Hamdi Genç, Ahmet Kavas, İsmail Ermağan ve Süleyman Elik gibi isimlere rastlıyoruz.
Hicret’ten sonra Osmanlı askerî ilerleyişinin zirveye ulaştığı 1600’den beri içe göçlerin 20. yüzyıla kadar devam edişinin hazin bir öyküsü denebilir bu çalışma. Ancak bu göçlerde Osmanlı’nın kılı kırka yaran titizliğini görmemek elde değil.
Göçün artık yaşanmayacağına inandığımız bir yüzyıla girerken, Arap Baharı ile tekrar gündeme gelmesi, milyonlarca insanın yurdunu terke zorlanması, yüzbinlerce insanın Akdeniz’e gömülmesi, hüznün peşimizi bırakmadığı kadar, aynaya, yani kendimizi tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini düşündürtüyor. Çünkü 300 yıldır devam eden bu göçler, bizim hikâyemiz. Kitap, böyle bir kaygının ürünü olarak çıkıyor karşımıza.
Avrupa’nın göbeğinden anavatan Türkiye’ye yapılan göçler, Kafkaslar ve Kırım ile devam etti. Namık Kemal’in yazdığı dört perdelik tiyatro eseri Vatan’ın (sonradan Vatan yahut Silistre’ye dönüşecektir.) yayınlanışının (1872) üzerinden 144 sene geçmesine rağmen, bizim için göçün hâlâ güncelliğini koruyor olması da ayrıca üzerinde düşünülmeye değer.
Bir aklın bizimle uğraştığına mı yanalım, bizlerin kendi kendimizle uğraştığına mı yanalım, bilemiyorum. Kitap, bir hatırlatıcı olarak üzerine düşen vazifeyi görüyor, yaşanan acı hikâyeyi ve tecrübeyi kayıt altına alarak onu hikâye olmaktan çıkarıyor.
Bu vesileyle, soyuma ad olan Göçer’liğimi de tekrar hatırlamış oluyorum. Zira, Aydın yöresinden Adana’ya Toroslar boyunca 150 yıl kadar önce göç eden Yörüklerden olan büyük dedelerimizin hikâyesi ise yazılmayı bekliyor…