Henüz 20’li yaşlara adım atmamışken bir yandan üniversite kürsülerinden hocalarımızın görüşleri ve aktardıkları, diğer yandan bugünle karşılaştırılamayacak derecede öğrenmeye ve gelişmeye açık öğrenciler arası buluşmalar, tartışmalar, müzakereler… Neredeyse adı unutulmuş olan Cemil Meriç’in piyasada bulunmayan kitaplarından birisini bulduğumuzda fotokopiyle çoğaltıp okurduk. Gustave Le Bon, Erich Fromm, Kenneth Boulding yanında Erol Güngör, Necip Fazıl, İsmet Özel, Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, Oğuz Atay gibi isimleri ve oradan Rus klasiklerine kadar geniş bir yelpazeyi keyifle okuyup anlamaya çalışmayı bir görev olarak görürdük. Sonra İstanbul çevresindeki yayınevlerinin İslam dünyasından bilinen yazarların eserlerini tercüme furyasıyla olumlu/olumsuz yepyeni bir atmosfer oluşmuştu. Bugün artık hararetli düşünce müzakerelerinin yapıldığı ortamlar herhalde alabildiğine daraldı. Sathi (yüzeysel), güncel ve sığ konularda genel görüşleri ileri sürmek, yüksek sesle ve kesin bir dille savunmak artık daha bir “moda”…
Bilim tarihi Antik Yunan, Ortaçağ, Rönesans, Endülüs ve 9-14. yüzyıl arası 500 yıl boyunca Maurice Lombart’ın tanınmasıyla “İslam Altın Çağı” yaşandığını aktarır. Avrupa’da 18’inci yy. “Aydınlanma çağı” ve onu takiben ortaya çıkan Avrupa merkezli felsefe akımlarının şuana kadar etkileri olan zincirleme bir tepkimeyi ortaya çıkarmıştır. Bu akımlardan bir kısmı ülkemize ulaşırken diğer bir kısmı sanki gizli bir sansüre uğrayarak Türkiye’de bilim mahfillerinde gündeme bile gelememiştir. Düşünce dünyamız, bugün de devam eden Avrupa tipi pozitivizt/rasyonalist tarzla önüne gelen her yeni bilgi ve düşünceyi sınırlı bir süzgeçten geçirerek kendisini dar bir alana hapsetmektedir.
Fikir dünyamızı daraltan amiller bununla da sınırlı değil. Arada ciddi bir gecikme de görülebiliyor: 19’uncu yy. sonundaki bu teori ve gelişmelerin Türkiye’ye bazen 20-50 yıl gecikmeli olarak aktarılması başlı başına bir problem alanıdır. Üniversite kürsülerinden 50-60 yıllık teoriler güncellermişçesine öğrencilere aktarılmış ve bu dersleri alan öğrenciler meslek hayatları boyunca yani 25-30 yıl boyunca bu teorileri öğretmeye devam etmiştir.
Bu gerçeği erken bir dönemde anladığımı söylemeliyim. 1980’lerin sonunda henüz bir üniversite öğrencisi iken hukuk, dilbilim, edebiyat, sosyoloji gibi sosyal bilimler üzerine okumalar yaparken elimizdeki popüler metinlerin çoğunun 1950’lili yıllara, bir kısmının ise bir asırlık olduğunu anlamıştım. Kierkegaard’ın o dönemde cenazesinin kaldırılmasının üzerinden 120 geçmiş idi. Jellinekin en son yazdıklarının üzerinden 90 yıl geçmiş; Walter Benjamin 1940’larda ölmüş idi.
Wittgenstein, Eric Fromm, Heidegger göreceli olarak daha yeni isimler olsa da yazdıklarının bizlere ulaşması ancak 30 yıl sonra olabiliyordu. Yine diğer problematik alan da çevirilerdi. Önemli yazarların birçoğu son derece kötü ve anlamsız çevirileri içerisinden anlamlı cümleler çıkarmaya çalışmamızdı. Bununla, zihin ve mana dünyamızı zenginleştirmeye çalışırken zihni bir mücadele yapardık. Wittgenstein’ın, “tractatus logico-philosophicus” eserinin Almanca’dan çevirisi, insanın “yaşama sevincini” elinden alacak kadar perişandı. Yine de ısrarcıydık. Bir kısmını kabul ederken bir kısmını büyük itirazlarla okurduk bu metinleri… Cüretkârdık.
Günümüzde dünya siyasetinin yaşadıklarına referans kaynak olarak gösterilen Fukayama ve Huntington’un çalışmaları ise onları bilmemiz ve etkilenmemiz gerektiği için ve zihin dünyamızı/ algılarımızı esir almak üzere bugünün yüksek iletişim ortamında bir yıl içinde önce basın yoluyla gündeme girerek sonra da derhal çevirisi yapılarak birer başucu eserine çevrilebiliyor. Foucault veya Wallerstein’in ise ancak görmemiz gerektiği kadarını görebiliyoruz.
Kohlberg’in ahlaki gelişim teorisi; Ericson’un veya Vygotski’nin kişilik teorilerinde sosyal yapıyı, toplumun kültürünü, aile ve geleneği önemseyen görüşleri; Kierkegaard ve Heidegger’in madde ötesi dünyayı, manevi bir alanın varlığını kabul eden idealist görüşleri Türkiye’de yeterince tartışılmamış ve ilgi alanı bulamamıştır. Bunda, ülkemizde oluşan düşünce monopolünün ve fikir dünyamızın mahalle baskıları ile şekillenmesinin açık bir payı vardır. Çünkü materyalist/maddeci düşünce dışında spritüal alanın ve mana dünyasının bulunduğunu kabul etmek, bazı düşünür ve bilim adamlarının ideolojik angajman ve önyargıları dolayısıyla peşinen reddedilmiştir.
Materyalist düşüncenin Fen Bilimleri üzerinden Türkiye’nin milli eğitim geçmişinde cüretkâr ve baskıcı bir ağırlığının olduğunu kendi tecrübelerimle de yaşamıştım. Ancak bunun karşısındaki ideci/maneviyatçı ve metafizik varlığa inanan, akımların fikir üretme inkıbazı ve darlığı madalyonun diğer bir yüzüdür. Bunun yanında, bu ikinci grubun kendi düşüncelerini akademik formatta sunma sıkıntıları olduğu gibi, kendi içinden çıkan fikir adamlarını da küçük kusur ve kulplar takarak itibarsızlaşma, şablonlara ve kalıplara esir etme hastalığı vardır. Bu grup, eserlerinden bir satır bile okumadan Erol Güngör’ü ve S. Ahmet Arvasi’yi ırkçılıkla, Necip Fazıl’ı kibirle, Sezai Karakoç’u melankoli hastalığıyla, İsmet Özel’i kendini beğenmişliğiyle, Sait Nursi’yi itikadı sapkınlıkla, Rasim Özdenören’in başka bir noktadan, bir başka yazarı ise yine başka bir noktadan suçlayarak yok saymayı tembelliğinin kılıfı olarak kullanmıştır. Ayrıca bu ve benzeri yüzlerce yazar, düşünür ve âlimin eserlerini kapakları dışında okumaya tenezzül etmeyerek illetli bir zihin dünyalarının perişanlığını ortaya koymaktadırlar.
Batı dünyasında ise hiç kimse filozof, düşünür, yazar ve teologların özel hayatlarını kurcalamaz; yazılarından, fikir ve sanat eserlerinden cımbızla seçerek onları saçmalık, sapkınlık, akıl hastalığı, aşırılık, uçukluk vb. gibi ithamlarla suçlamaz. Tam aksine, eser sahibinin ortaya çıkardığı üründen maksimum ölçüde faydalanmanın yollarına bakarlar. Eğer Puşkin’in, Freud’un, Albert Camus’un, Nietzsche’nin özel hayatları deşelenip “kirli çamaşırları ortaya dökülseydi” veya eleştirilebilecek cümleleri üzerinden onlara karşı yıkıcı bir propaganda yürütülseydi bu insanlar dünya literatüründe bilinmeyen insanlar olarak kalacaktı.
Bütün bu çağrışımları aslında görüşlerine hiç de katılmadığım ve hayatı libido üzerinden yorumlayan Freud yaptı. 30 yıl önce bir adli psikoloji kitabında tezini okuduğum ve yaklaşık yüzyıl önce eserlerini kaleme almış birinin görüşlerine tartışmasız bir kabulle teslimiyet ve diğerlerini anmadan yegane görüşmüşçesine bugün hala üniversite kürsülerinden sunmak diğer bir akademik zavallılık. Yukarıda sözünü ettiğimiz Ericson, Kohlberg, ve Vygotski gibi bizim zihin dünyamız açısından çok daha anlamlı ve kucaklayıcı görüşleri olan yazar ve düşünürlerin hiç bilinmemesi yukarıda bahsettiğimiz düşünce monopolünün nasıl da acımasızca devam ettiğini göstermeye yetiyor.
Bugün Batı ve Orta Avrupa, fikri açıdan o günkü mümbit ve hareketli zamanları yaşamaktan çok uzakta. Günümüzde, saydığımız eserler seviyesinde bile yeni görüş ve eserlerin üretilemediğini görüyoruz. Fikrin daraldığı her yerde düşünce ve hayal gücü de daralır. Onların daraldığı yerde ise gelişme terzine ve sureten işler.