Geçtiğimiz perşembe günü (19 Ekim) merhum Aliya İzzet Begoviç’in Hakk’a yürüyüşünün 20. sene-i devriyesi idi.
Gazze’de uygulanan soykırımın bir benzerinin Srebrenitsa’da yaşandığı günlerde ‘Bosna Hersek Devlet Başkanı’ sıfatını taşıyan Aliya’yı anmak bu vesile ile çok daha anlamlı…
Aliya önce bir parti başkanıydı.
Sonra devlet başkanı oldu.
Savaşla birlikte de komutan…
Ama hepsinden önce Aliya, ciddi bir entelektüel, coğrafik anlamda Batılı ve fakat mantalite olarak gerçek bir İslam mütefekkiriydi.
Öncelikle, yukarıda da belirttiğimiz gibi coğrafik anlamda bir Batılı olmasına rağmen yaşadığı dönem itibarıyla hem Batılı hem de sosyalist düzenin dayatmacı eğitim çarkından geçmiş olduğu gerçeğini de göz önüne aldığınızda, serdettiği fikirleriyle klasik medrese tahsilinden geçmiş bir münevverle karşı karşıya kaldığınızı görürsünüz.
Kuşkusuz ki Aliya, bu hususiyeti Kur’an’ın rehberliğinde ve kendi üstün gayretleriyle elde etmiştir. Bu halisane çabaların sonunda meselelere bir Müslüman gibi bakmayı başarmış, sahip olduğu donanımın da kendisine sağladığı avantajla ortaya takdiri ve dikkati şayan fikirleri çıkmıştır.
Ülkemizdeki felsefecilerin neredeyse tamamının, ilahiyatçıların da kahir ekseriyetinin (buna medrese eğitimi almış birçok hoca da dâhildir), Aliya’nın tam tersi bir şekilde, coğrafik manada Doğulu ve fakat zihni manada hayretlere düşürecek denli Batılı olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, Aliya’nın önemini daha iyi kavrıyoruz açıkçası.
Bu hususun izahı sadedinde cennetmekân Aliya’nın, ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ isimli pek kıymetli eserinden kısa bir pasaj nakletmek istiyorum.
‘Ahlak ve İnsan Aklı’ başlıklı bölümde şöyle bir tespitte bulunuyor merhum:
“Ahlak aklın mahsulü değildir, prensip olarak da, tatbikat olarak da… Akıl yalnız şeyler arasındaki münasebetleri tespit edebilir; ahlaken tasvip veya red mevzubahis olunca, akıl hakiki manada hüküm veremez. Binaenaleyh, mesela, insanları manevi bakımdan yeknesak kılmanın caiz olmadığı prensibi ahlaken herkese gayet tabii gelmekle beraber aklen ispat edilemez. Bir şeyin (ahlak bakımından) ‘iyi olmayışı’ ilmen ispat edilemez. Güzel ile güzel olmayan arasındaki münasebeti ilmi olarak tespit etmenin mümkün olmadığı gibi, sanat adı altında icra edilen kıymetsiz neşriyat ile sanat arasında ilmi bakımdan tefrik yapmak da imkânsızdır. Tabiat veya akıl ki, aynıdır) haklı ile haksız, iyi ile kötü arasında bir fark görmez. Bu keyfiyetler tabiat içerisinde mevcut değildir. Veya tekrarlanmayan bir ferdiyet olarak insan, ilim için neyi ifade ediyor? İlim adamı bu faraziyeyi anlamak isterse, bundan daha yüksek olması -insan olması- gerekir.
İyi bir insan daima mutlu, kötü olan da daima mutsuzdur diyen meşhur ahlaki görüş aklen anlaşılır değildir.”
Buradaki tespitlerde Aliya, ahlakı önceleyen yaklaşımıyla, bizdeki aklı fetişleştiren ve sadece ahlakı değil, dini, imanı ve sabiteleri de ‘akıl ölçütüyle’ değerlendirip bir tür ‘iman-metre’ üreten ilahiyatçılardan ne kadar da farklı...
Aklı rasyonel, ahlakı irrasyonel olarak niteleyen ve rasyonalitenin ‘kaba, yontulmamış insana’ tekabül ettiğini, aslolanın ise rafine insan olduğunu savunan bu kavrayış tarzının, tam da İslami öğretiye tetabuk ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında kitaptan alıntılanması gereken çok şey var ama en iyi çözüm, okuyanların bir kez daha, okumayanların ise mutlaka okumaya başlaması olsa gerek.
Komplekssiz, özgün, derinlikli ve İslami…
Kısmet olursa ve tabii ki zaman buldukça ‘Aliya tahlilleri’ yapmak sanırım çok faydalı olacak.
Mekânı cennet, hizmetleri ışığımız olsun…