BEYAZ ADAMIN GÖZLÜĞÜ VE BİZ

Doğu-batı ilişkilerinin, medeniyet meselesinin çokça konuşulduğu günümüzde üzerine eğilmemiz gereken en önemli kavramlardan biri de oryantalizmdir kuşkusuz. ‘Batı tahayyülündeki doğu’ olarak kısaca tanımlanabilecek olan oryantalizm/şarkiyatçılık, batının karanlık tarihi içinde zaman zaman sömürgeciliğe mesnet teşkil etmiş, doğu-batı ilişkileri bağlamında batı adına ezberler geliştirmiş, bilim adına bir mühendislik projesi gibi işlev görmüş ve tüm bunlarla beraber ideolojik tarafıyla da başından beri karşıtını üreterek varlık sahasında vücut bulmuş bit terim.

Edward Said, Batının Doğu İmajları kitabında oryantalizme üç noktadan tanım getirir. Bunlaradan ilki akademik motivasyon ile doğuyu inceleme, yani çeşitli bilim dalları üzerinden doğuyu anlama/anlamladnrıma çabası. Filoloji, antropoloji ve sair disiplinler üzerinden yapılan çalışmalar -ki bu oryantalistlerin de tercih ettikleri tanım biçimidir. İkincisi bir düşünme biçimi; ontoljik ve epistomomojik ayrıma dayalı bir düşünme biçimi, üçüncüsü ise batının doğuya dair özel birtakım hedeflerini, çıkarlarını, beklentilerini yansıtan bir tanım. Said bu noktada özellikle iktidar, siyaset ile akademi arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor; batının doğuyu yeniden şekillendirmesi olarak yorumluyor meseleyi. Kronoljik olarak bakıldığında sözü geçen üç tanımı da belirli dönemlerde görmek mümkün. Nitekim Cemil Meriç sömürgeciliğin keşif kolu olarak tanımlıyor oryantalizmi.

Konunun çok boyutluluğu

Meseleyi tetkik ederken birtakım hususiyetleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Özellikle, genel itibariyle oryantalizm derken batının doğuya dair olumsuz imgeler akla gelse de bunun aksinini ifade eden pekçok unsur da mevcutur. Binbir gece masalları gibi örneklikler üzerinden oldukça sevecen sayılabilecek yorumların da aktarıldığı dönemlerde yani kapitalizmin emekleme çağı olarak nitelendirebileceğimiz çağlarda, Hint ve Çin’in üretim geleneği, yine İslam Dünyası’nın felsefe ve bilim alanında yaptığı çalışmalar, netice itibariyle doğunun maddeten manen zenginlik içinde olduğuna dair kanaat oldukça yaygındı. Tabi bu durum zaman geçtikçe bir dönüşüme uğradı ve özellkle Napolyon ile başlayan sömürge faaliyetleri ve Mısır’ın İngilizlerce işgal edilmesi doğu aleyhine önemli kırılmaları da beraberinde getirdi.

Evet şarkiyatçılığın bir kara propaganda aracı olarak kullanıldığı muhhakkak ancak kullanımı ve bakılan yer ve saikler bakımından mesele tek boyutlu değil. Zira incelemelerimizde, yukarıda zikrederek üzerinden geçtiğimiz ‘karşıtını üreterek varlık sahasında vücud bulma’ önermesinin tahakkuk ettiğini görmemiz mümkün. Zaman zaman doğuyu olumlayarak kendini kurma yoluna giden batı, aydınlanma döneminde mesela kiliseye karşı bir argüman olarak İslam’ı ve doğuyu örnek göstermiştir. Örneğin Martin Luther’in ‘deccal papalığın tepesinde oturuyor’ şeklindeki eleştirisini de bu zeminde değerlendirmek mümkündür. Kendini kurmak, kendini tanımlamak, öteki üzerinden kendine biçim vermek olarak iyi bir araç olarak kullanılmıştır oryantalizm.

Oryantalizmi tahlil ederken konuya ilişkin ilgililer için önemli tarışma başlatmış bir isim olan Edward Said’ten beslenmek durumundayız. Ve onun bilhassa gündeme getirdiği ‘özcülük’ hikayesini bilmek yerinde olacaktır. Sözü geçen münakaşa mevzusu olan özcülük; batının doğudan çok kesin, köklü, katı ne net bir biçimde ayrı olduğunu bu iki unsurun kendi şahıslarına mahsus özlerden teşekkül ettiğine dair görüştür. Esasen bu konumlandırma da batının kendini bulma, ifade etme sürecinin bir parçasıdır kanımca.

Süreçler ve evrim

Kronolojik olarak bakıldığında oryantalizm Hıristiyanlık tecrübesi, aydınlanma düşüncesi ve 19. yüzyıl ilerlemeci tarih anlayışından bağımsız bir şekilde ele alınması mümkün olmayan bir kavram. Sözü geçen her dönemden etkilenmiş ve bir başkalaşıma uğramıştır demek pekala mümkün. Hele hele, Avrupamerkezci bakış açısının iyiden iyiye yerleşme başladığı dönemlerde yani üniversitelerin, siyasetin, modernizmin kurumsallaştığı süreçlerde oryantalizmin de payına düşeni aldığını söylemezsek anlatımız havada kalır. Bu dönem aynı zamanda batılı adamın zihinsel bir hasat mevsimi gibidir. Özcü yaklaşım için pek çok malzemenin taşınabileceği zenginlikteki 19. yüzyıl, doğu ile batı arasındaki kesin ayrımın yapıldığı ve batının sürükleyici kuvvet olduğu düşüncesinin pekiştiği zaman dilimleridir.

Her ne kadar entelektüel alanda tartışmalar alıp başını gitse de siyaset oryantalizm ilişkisinden kalkarak, pratik sonuçları bakımından batının özcü yaklaşımı benimsediğini söylemek yerinde olacaktır. Günümüz dünyasında tesirleri devam eden 11 Eylül olayları ve sonrasında Bush ve Berlusconi’nin yaptığı açıklamalar buna en çarpıcı misaller olarak verilebilir. Sürekli olarak pompalanan islamafobia marifetyle Arap karşıtı, İslam karşıtı söylem batı Müslümanların en önemli sorunlarının başını çekmekte.

1970’li yıllara gelindiğinde postyapısalcı düşünürlerin seslerinin gür çıktığını görürüz. Edward Said de örneğin Foucault’un görüşlerinden etkilenmiş, ve oryantalimzme yönelik sert rüzgarların esintisine kendini kaptırmıştır tabii olarak. Zira politik gelişmelerle at başı giderek iç içe geçmiş bir kronoloji içinde biçimlenen söylemler/düşünceler hep subjektif bir yerde kalmış ve bir türlü analitik bir düzlemde değerlendirilememiştir o yıllarda.

Kendini tarihi, kültürel hatta bir medeniyet olarak tefrik eden batının sınırları nerlerdir sorusuna cevap bulmak oldukça güç. Balkanların batısının bile yakın bir zamana kadar doğu olarak kabul edilmesi batının coğrafi sınırlarını dahi tarışmalı kılarken sözü geçen bağlamlarda net olamayan bir antiteden söz ettiğimizin altını çizmek zorundayız.

Özcülük tartışmaları bir tarafa, sorulması gereken en önemli bir başka soru ise ‘peki tüm bu izahlara ulaşmamıza karşın batının bir doğu sorunu yok mu?’ sorusudur. Bu soruya cevap ise hem tarihi hem kültürel hem stratejik olarak şüphesiz evettir. İskender’in Hindsitan’a kadar gitmesii Yunan site devletlerinin Anadolu’dan geçerek İran ile çatışması vakıadır. Ancak bir aidiyet yaklaşımı üzerinden gittiğimiz zaman da böylesine kesin bir tefriğin yapılamayacağı hatta belki küreselleşmenin kökenlerinin dahi ne kadar eskiye uzanabileceğini fark edebiliriz belki de.

Batının doğu sorunu ya da batı doğu arasında bir çatışmanın varlığı açık, ancak ciddi etkileşimin de olduğunu ilk bakışta müşahade edebilecek bir noktadayız. Ne ne kadar doğuya ya da batıya aittir? İslam felsefesi Yunan’dan beslenmiş Beyt-ül Hikme Yunan’dan izleri bünyesinde barındırmıştır.Sonrasında işlenmiş yeni bilgi türünün tekrar batıya gittiğini görüyoruz. Endülüs gerçeği yine iki miras arasındaki en önemli kesişim noktalarından birini ifade eder. Ancak buradaki temel problem bu tip bilginin dolaşımı, ortaklığı ya da kesişme noktalarından ziyade oryantalizmin fonksiyonudur belki de. Tam bu noktada önemli tespitlere yer vermek adına İbrahim Kalın’a kulak kesilebiliriz. Batı’daki İslam Algısının Tarihine Giriş isimli makalesinde Kalın şunları kaydediyor: Erken dönemlerde oryantalizm, 19. yüzyıl Avrupa zihniyeti bağlamında belirli bir işlev görümüştür. Batılı beşeri bilimleri ve yeni sömürgecilik düzenini şekillendiren romantizm ve rasyonalizmden tarihi tenkit ve hermenötiğekadar uzanan düşünce akımları İslam imajının yeniden oluşumunda fiili bir rol oynadılar. Fakat oryantalistler bir başka kültürü batının kategorileri ile incelemenin getirebileceği kısıtlamaların üstesinden gelmekle pek ilgilenmediler. Bu çerçeveden bakıldığında, herhangi bir oryantalistin ilgi alanı popüler sufizm, siyasi tarih, bilim ya da hukuk bilimi olsa bile, İslam geleneği ile diğer kültürler arasında bir “tekabüliyet” arama, homojen yapılar bulma ve “ortodoksluk” inşa etme girişimi, oryantalist geleneğin alamet-i farikalarından biri olmuştur.

Yeni bir cevap çabası

Tıpkı İslamiyetin doğu ile Hıristiyanlığa sarılan Avrupa’nın refleksi gibi oluşturulan oksidentalizm yani garbiyatçılık fikri ise kendi içinde büyükçe bir paradoksu içermesi bakımından dikkat çekicidir kannatimce. Zira batı formu içinde bir doğu anlamı oluşturma çabasını başka alanlarda da sonuç vermediği gibi burada da aynı şey görülmüş ve oksidentalizm yeterli bir alternatif olmaktan çok yine oryantalistlerin kullandığı bir disipline dönüşmüştür.

Edward Said’in ölümüne kadar sıkça tartıştığı Bernard Lewis gibi isimlerin oryantalizm kadar güçlü bir akademik yanı olmayan, iktidar ilişkileri dolyımında da hayli zayıf kalan oksidentalimi özellikle küresel terörizm bağlamına eklemleme çabaları meseleyi güncel kılmanın yanı sıra oksidentalizm adıyla olrtaya çıkan kavramın asla bir refleks/cevap olamadığını ortaya çıkarmıştır.