Hz. Ebubekir’in cahiliyedeki isminin Abdülkâbe olduğu, nübüvvetten sonra Allah Resulü’nün ona Abdullah ismini verdiği anlatılır. Arapça’da sabahın ilk vakitlerine bekr, bükrâ gibi isimler verilir. Gündüzün ilk vakitlerinde namaz kılmayı adet edindiği için ona ‘ilk gündüzün babası’ anlamında, Ebu Bekir lakabı verildiği rivayet edilir. Zira Bekir adında bir oğlu yoktur.
Mübareğin pek bilinmeyen “güzel, soylu, azatlı” manalarına gelen “atîk” lakabı vardır ki Resul-ü Ekrem ona “sen, Allah’ın cehennemden azat ettiği kimsesin” dedikten sonra azatlı anlamında bu namla anılmaya başlandığı rivayet edilir.
Bugün leyal-i nebeviye doğru romantik bir yolculuk yapıp vahiy muştusunu yüklenen Kutlu Nebiye, ilk günden itibaren şartsız destek verdiği için sıddîk unvanını alan bu veli kulu, bir kez daha hatırlayalım. Hatırlayalım ki naylon kahramanlar üreten çağa, gerçek kahramanların adını mıhlayalım.
Adını ilk Müslümanların arasına yazdıran bu mübarek sahabinin babası ancak Mekke’nin fethinden sonra İslam’la tanışabilmişken annesi, davetin hemen başında, Erkam’ın Evi’nde dağarcığındaki idolleri kırıp kelimelerini tevhit etmişti.
Sevgili Peygamberimizin vefatının hemen ardından, zor ve kaotik bir dönemde hilafet vazifesini üstlenerek İslam devletinin bu hassas süreci sükunetle atlatmasını sağlamıştı. Biat/seçim tamamlandıktan sonra minbere çıkmış, tarihe geçip çağlar ötesine taşan şu konuşmayı yapmıştı:
“Ey insanlar! Ben size veliyyü’l-emr oldum. Halbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana destek olunuz, kötülük yaparsam beni doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. Sizin zayıfınız, hakkını zalimden alıncaya kadar katımda kuvvetlidir. Kuvvetliniz de ezilmiş, hakkını alıncaya kadar katımda zayıftır. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk eden topluluk zelil olur. Ben Allah’a ve Resul’üne itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Allah’a ve Resul’üne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza! Allah size rahmet etsin!”
O, Allah yolunda tasadduk söz konusu olduğunda Hakiki Sevgili’ye sevgisinden, sevdiklerine sevgiden başka şey bırakmayan adamdı. (Bugün bunu anlamak, bizim için ne kadar da güç!) Zü’l-hilal, servetini Allah yolunda seferber ettiği için ona verilen nişanlardan biriydi. Bir gün beytülmale ayni ve nakdi yardım toplanacağı duyurulduktan hemen sonra ufukta ilk görünen o olmuştu. Yüklendiği çuvalları sırtından indirirken evini en az onun kadar iyi bilen damadı Kutlu Nebi, dayanamayıp sormuştu:
– Ev halkına ne bıraktın Ya Ebâ Bekir!
Verdiği yanıt, yar-i ğar’in samimiyetini taşıyordu.
– Allah ve Resulü’nün sevgisini bıraktım.
Hz. Peygamber cemaatle kıldığı son namazı, onun arkasında kılmıştı. Nebi vefat ettiğinde, en yakın dostu olarak en çok üzülen o olmasına rağmen müminleri teskin ve teselli etme işi, yine ona kalmıştı.
Hz. Ebubekir’in dağıtma alışkanlığından mütevellit hiç birikmişi yoktu. Beytülmalden tahsis edilen aylıkla orta halli bir yaşam sürerdi. Emr-i Hak vaki olup dostuna kavuştuğu vakit, geride sadece bir hizmetçi, bir deve ve bir de kaftan bırakmıştı. Vefatından hemen önce kızı Aişe’yi yanına çağırmış, terekesini oluşturan bu üç şeyin kendisine değil, beytülmale ait olduğunu, miras bırakılamayacağını belirtmiş ve üçünün de Hz. Ömer’e gönderilmesini vasiyet etmişti.
Emanetler yeni Emin’e ulaşınca Hz. Ömer, “Ey Ebu Bekir! Kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, müşkil bir duruma düşürdün” diyerek ağlamıştı.
Ebubekir-i Sıddîk, hem mescide hem de alemlerin efendisine açılan bir kapıydı. Mevla ondan razı olsun.