Hangi AVM’ye girsem, kenarda köşede bir caz grubu ya da piyaniste rastlıyorum.

Etraflarında da üç beş dinleyici…

Batı müziğinden zerre kadar anlamadıkları da, gözlerinden okunuyor hepsinin.

Hani, biz Batılıydık ya artık!

O halde, Batı müziği dinlemek zorundaydık, değil mi?

Hücrelerimize kadar hissetmeliydik Andrea Boçelli’yi…

Tınısı, tüylerimizi diken diken etmeliydi Pavarotti’nin.

Mozart, mahallemizin sanatçısı olmalıydı.

Her dinlediğimizde, şööööyle bir köyümüze, eski günlerimize gitmeliydik.

Her düğünde, kınada klasik müzikle horon tepmeli, senfoni orkestrasıyla zeybek oynamalıydık.

E iyi de…

Bizim hamurumuzda saksafon, gitar, piyano yoktu ki!

O n’olacak?

Hele bir yerlerini yırtarcasına, garip garip sesler çıkaran adamların toplandığı opera…

Kesinlikle yoktu!

Ne vardı?

Teline her vuruldukça, saç telimize kadar titreten bağlama vardı.

Her üflendiğinde, bize gurbetlikte olduğumuzu hatırlatan ney vardı.

Kültürümüzün temel taşı davul var, zurna var, halay vardı.

Peki, şimdi bunları bir kenara atıp, Batılıymış gibi görüntü vermenin manası neydi?

Kendi kültüründen utanan kaç millet var dünyada, yahu?

El insaf!

Hayır, burnu piercingli, kulağı küpeli tuhaf gençlik, boşuna Mor ve Ötesi’yle, Manga’yla, Justin Bieber’la, Metallica’yla, şununla bununla vakit kaybetmesinler bence.

Neticede Ayşe Teyze, “yüksek yüksek tepelere” eşliğinde kına yakacak ellerine, Michael Jackson’ın “Moon Walker” dansını yaparak değil!

Espriler bir yana…

Kültür emperyalizmine ne kadar da açığız, görebiliyor musunuz?

Nelerle uğraşıyoruz.

Şimdi, beni tefe koyup çalmasın şu bizim “entelektüel” cenah.

Ben, müziğe karşı birisi değilim.

Kültürel zenginliğe sonuna kadar tarafgirim!

Elbette Batı müziği de dinlenilmeli.

Ama sadece dinlenilmeli, onlarla yatıp kalkılmamalı!

Kendi özümüz, çiğnenmemeli!

Ama biz maalesef çiğniyoruz bazen.

Kendi benliğimize bir nevi hakaret ediyoruz.

Ve farkında değiliz.

Sinan Çetin’in çektiği bir kısa film vardı;

“Mutlu ol, bu bir emirdir!”

Film, kırklı yıllardaki zorla batılılaşmayı konu almıştı.

Başrollerini, ünlü sanatçı Cansu Koç ve eşi, bağlama ustası Ahmet Koç paylaşmışlardı.

Bir köy odasında Gesi Bağları’nı çalıyor ve köy halkıyla eğleniyorlarken, içeriyi aniden askerler basıyor.

Komutan soruyor;

N’apıyorsunuz burada?

Ahmet Koç, olayın şokunu atlatınca cevap veriyor; türkü söylüyoruz.

Komutan, “yasak” diyor. “Bundan sonra türkü çalmayacaksınız”.

Herkes, o an birbirine alık alık bakıyor.

Ve sonra, şaşkınlık içerisinde soruyor;

Peki, ne çalacağız?

“Bir saniye” diyor komutan, cebinden bir a4 kâğıt çıkarıp okumaya başlıyor;

Lu, Ludwing Van Bet… Bethooven.

Anton… Antonio Vival… Vivaldi.

Volf… Volfgang…

İsmi okumakta zorlanınca, yanındaki askere soruyor;

Bu nasıl okunuyordu lan?

Asker de okumakta güçlük çekince komutan, “neyse” diyor, “işte bu tarz bir şeyler çalacaksınız” diye yuvarlıyor meseleyi.

Film, akıp gidiyor.

Sonunu anlatmayayım da, sürprizi kaçmasın.

Yani değerli okurlarım.

Marifet, Avm’lerde klasik batı müziğiyle entelektüel ayağına yatmak değil,

Batılı ülkelerin Avm’lerinde bağlama, davul-zurna, kemençe, klarnet çaldırmaktır.

Yani marifet;

Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatı yerine,

Türk etkisinde gelişen Batı edebiyatı yaptırmaktır.

Milli şuur, bunu gerektirir.

Meseleye kültürden başlanmalıdır.

Haydi, kalın sağlıcakla!