Evrensellik iddiasında olan inançlar ve din kendilerince oluşturdukları bazı naslar üzerine oturur muhakkak. Bununla birlikte yerleştikleri yerlerdeki yaşam biçimi ile de doğrudan ya da dolaylı olarak münasebet halinde olmaları hasebiyle farklılıkları da bünyesine alabilen bir görüntü verebilirler. Bu kimi zaman bir maruz kalma, kimi zaman bir uzlaşma ya da zaman içinde kendiliğinden dönüşüm anlamını taşıyabilecek bir yapıya bürünebilir. Burada asıl sorulması gereken suallerin başında ise inançların kendi öz dinamiklerini kaybedip kaybetmedikleri ya da bir örfe dönüşüp dönüşmediği sorusudur.
Bilindiği gibi insan kendi çağının çocuğu olduğu kadar yaşadığı kültürün ve tarihsel birikimin uzantısı/sonucu olarak bir aidiyetle, bir kimlikle tanımlanabilir. Ziya Gökalp, kültürü tarif ederken ‘hars’ sözcüğünü kullanır ki oldukça yerinde bir tariftir bu; zira hars çift sürme, ekin, ekme, tarım gibi anlamlarının yanı sıra bir milletin, kavmin maddi ve manevi varlığını teşkil eden, duyuş şekilleri, düşünce ve davranış tarzlarıyla tarih içinde meydana getirdiği değer hükümleri ve sanat verimlerinin bütünü demektir. Nasıl ki bir toprağın tohumu kabullenişiyle başlayan süreç tohum ile toprak arasında bir ilişki meydana getirir ve toprağın tohumu şekillendirmesi, güneşin ve suyun marifetleri tohumu meyve verecek bir ağaca dönüştürürse toplumlar da yaşadıkları yerden, tohumun süreci üzerinden analoji kurabileceğimiz tarihinden bağımsız değildir. Toprağın kimyası ve sosyal bir varlık olan insanın çevresi benzerlikleri üzerinden açıklamalar genişletilebilir.
Din insanlığın en eski kurumudur. Yapılan tüm araştırmalar, bilimsel çalışmalar ortaya koyuyor ki en eski toplumlardan günümüze herhangi bir değerlendirme yaparken, yargıya ulaşırken dini bir kenara koyarak herhangi bir tahlil yapmanız mümkün değildir. Geçmişe bugüne ya da istikbale dair, insanoğluna, birlikte yaşama tecrübesine ve hayatına bakıldığında din ile ilişkilendirerek bir değerlendirme, tahlil yapmak zarureti buradan doğar.
Dinin kültür ve medeniyet karşısında nerede durduğu meseleyi anlamamız için hayati bir yere sahiptir. Bu noktada senkretizmden söz etmek gerekir. Aynı zamanda uyum anlamına da gelen bu kavram, TDK güncel sözlüğünde “birbirinden ayrı düşünce, inanış veya öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe” olarak tanımlanmıştır. Batılı bilim insanları din, örf ve uygarlık mefhumlarını bu çerçevede ele almışlardır. Yani inançlar ne nispette ne şekilde kültürlerle ‘kaynaşmışlardır’ bu sosyolojik olarak nasıl sonuçlar doğurmuştur sorularının cevabıdır aradığımız.
Kaynakların sağlamlığı ve tavır
Bilindiği gibi kültür yaşayan birşeydir, dolayısıyla da etkilenme yahut etki etme bu yaşamanın bir parçasıdır. Mesela Hz. Muhammed, ilahi vahiy ile muhatap olduğunda, risaleti başladığından itibaren var olan kültürü bütünüyle red mi etmiştir yoksa kendisinin Rasulullah olarak seçildiği dinin sabitlerine/dogmalarına sadık kalarak bir kültürün oluşturucusu ve belki de aynı zamanda sürdürücü mü olmuştur? Bu soruya verilecek cevap konunun daha teferruatlı bir biçimde zihnimizde oturmasını sağlayabilir. Cevap ise şu tevhid inancı bu noktada belirleyici ana amildir. İsimlerden davranış kalıplarına kadar pek çok kalemde tevhid esas alınmış, mevcut yerleşik kültürle de bir tefrik oluşturulmuştur. İslam’a iman etmeyenlerle alakalı kesin bir ‘fark oluşturma’ yolu tercih edilmişse de ‘kılık kıyafet devrimi’ gibi bir yola tevessül edilmediği de vakidir. Sahabe isimleri tevhide aykırı ise değiştirilmiş fakat uygunsa olduğu gibi kabullenilmiştir.
Peygamber’in (A.S) hayatı okunduğunda O’nun harpte ya da sulhta, ticaret yaparken ve ya bir komşu, arkadaş, baba, koca olarak sergilediği tavırları yani sünneti fark eder, hissedersiniz. Gündelik yaşama ilişkin refere edemeyeceğiniz neredeyse hiçbir nokta yoktur. Bu kaynakların sağlamlığı ve İslam’ın -ton farklarını barındırsa da- kültürleyen unsur olarak durmasının yegâne sebeplerinden biridir. Başka dinlerin böyle bir şansı olmadığı açıkça ortada. Örneğin Hıristiyanlık teolojisine göre oldukça kısa bir hayatı/risaleti olan Hz. İsa’ya dair teferruat mevcut değildir. Yahudilik de olsa da evrensellik iddiasının olmaması onun açmazıdır. Uzakdoğu inançları ise çoğunlukla metafizik öğretilerden ibarettir. Oysa sadece ilm-i fıkıh dahi bu noktada bir kültür oluşturma noktasında yön gösterici niteliğe sahip bir birikimin özetidir.
Kültür dediğimiz kavramdan söz ederken kullanması zorunlu en önemli kelime belki de ‘başkalarıdır’, zira ortak bir yaşam kültürü bir ben ve bir de başkası ile mümkün kılınabilir. Dolayısıyla da izole bir kültürden söz edilemez o zaten kültür olmaz/olamaz. Etkileme ya da etkilenme kaçınılmaz.
Tarihin yapılmasına, şekillenmesine bakıldığında örneğin fetihlerin, Haçlı Seferleri’nin batıya Müslümanların gitmesinin kültürlerarası bir etkileşimi ifade ettiği muhakkak. Tarih böyle şekillendi.
Cevabını aramaya çalıştığımız İslam adına inandığımız şeyler salt İslam’ın getirdiği şeyler midir, buradaki ölçü nedir, yerelliğe, örfe ne kadar yer açılabilmiştir sorularına Ebu Hanife’nin verdiği çok önemli bir cevap vardır. Ebu Yusuf’tan nakledilen haliyle O, herhangi bir yere girildiğinde o yerin kültüründe İslam’a mugayir bir unsur yok ise o kültürün sürdürülmesinde bir beisin olmadığını ifade etmiştir. Varsa aykırı olanlar ıslah edilmeli, yoksa barışık bir halde ortak yaşam alanları olabildiğince geniş tutulmalıdır Ebu Hanife’ye göre. Buradaki temel parametre inanç esaslarının korunmasıdır. Batıda Protestan kiliseleri başta olmak üzere sair kiliselerin kaybettiği nokta tam da budur. Yeni olanla, değişken olanla yüz göz olma hali. Protestanlıkla kilisenin/Hıristiyanlığın kapıları ardına kadar modernizme açıldı ve bunun sembolü olan II. Vatikan Konsili bir ‘barış’ günü olarak kutlanır hale geldi. Bu tavizkar tavır Hıristiyanlığı da kendi olmaktan başka birşeye dönüştürmeye başladı tabii olarak. Dolayısıyla ölçü, karşılaştığınız yeni duruma sizin tamamen kendinizi teslim etmemenizle bilinebilir dersek yanlış bir cümle kurmuş olmayız sanıyorum. İşte bugün teknolojinin getirdiği pek sorunla uğraşan bir Katolik Kilise’ni izlememizin sebebi bu olabilir. Kiralık anne gibi, ötenazi gibi ciddi toplumsal sorunlar henüz baş edilebilmiş sorunlar değildir. Tüm bunlara mukabil Müslümanlar ise ilahi vahyin teminatı marifetiyle nasibdar bir noktada durmaktalar. Zira on beş asır sonra dahi temel kaynakların net bir şekilde biliniyor olması temel ilkelerin korunabilmesini sağlamıştır. Tarihsel süreç içerisinde dinin en üst kurumlarının büyük bir hassasiyetle taviz vermeden bir duruş sergilemesi, İslam’ın bir fikir olarak, Müslümanların da İslam’ın belirlediği toplumsal ve bireysel anlamdaki davranışları modernizmle kavganın ana sebebidir.
Etkileme ve etkilenme imkânları
Nüfuz alanı geniş inançları ele aldığımızda doğdukları topraklardan hayli uzağa gittiklerinde yerel kültürlerle karşılaştıklarını, onlarla iletişime geçtiklerini görmekteyiz. Nitekim gittikleri yeni coğrafyalara uyum sağlayamayan inançların orada tutunamadığını, yok olup gittiklerini biliyoruz. Asıl üzerinde durulması gereken nokta ise inancın ‘dönüştürme’ kapasitesinin ne denli yoğun olduğudur. Yani inanç gittiği yerin rengini mi alıyor yoksa orasını kendi rengine mi büründürüyor? Yukarıda izaha çalıştığım uyumdan farklı olarak dönüşümün hangi tarafa meyyal bir seyir izlediği meselesi bu.
İslam, Arabistan Yarımadası’ndan sonra dalga dalga yayılırken her gittiği yerde de yerel unsurları içine almasındaki ana kuvvet Edille-i erbaa diye zikredilen kaynaklarının sağlam olmasından ötürüdür. Belki haddim değil ama yeni alanların açılması, din, kültür, medeniyet ilişkisinin anlaşılması ve dinin durduğu yerin net kavranması adına bunlar bir beşincisi olarak yerel örf ve adetler de eklenebilir. Kaldı ki İslam kendisine karşıt olmayan ananevi unsurları içine sindirmekte hiç de cimri davranmamıştır. Bu noktada Hıristiyanlık daha farklı ve açıklayıcı örnek olabilir. O da Hıristiyanlığın Filistin topraklarında doğmuş olmasına rağmen, ilk Hristiyanların orada olmalarına/yaşamalarına, yani bugün Ortadoğu diye tanımlanan yere ait olmasına rağmen bugün bu kimliğinden tamamen uzak bir görüntü vermesidir. Aziz Peter’in bu diyarları terk etmesi batıya ve kuzeye gitmesi, Roma’da kiliseyi kurması ile başlayan hikâye bugünkü ‘Batı Hıristiyanlığı’ diyebileceğimiz fotoğrafı getirmiştir gözler önüne. Zihnimizde imajlar üzerinden bir gezinti yaptığımızda aklımıza Ortadoğulu bir Hıristiyan geliyor mu? Nitekim bugün için anlaşılan Hıristiyan tipi batılı gibi giyinen, onların diliyle konuşan sarı ırka mensup insanlardır çoğu kez. Arap âleminde azınlığa düşmüş olsalar da hala varlıklarını sürdüren Kıptiler örneğin toplumun kaçta kaçının bilgisi dâhilindedir? Müslümanlar için aynı durum elbette ki söz konusu değil. İlk dönemler Çin’e sonrasında ise Amerika Kıtasına kadar uzanan geniş coğrafyalara kadar ulaşan Müslümanlara bakıldığında hala bir Ortadoğulu imajı yakalamanız mümkün.
Roma-Pagan kültürünün Hıristiyanlıkça içselleştirilmesi, bugün içiçe geçmiş, hangisinin neye ait olduğunu kestiremediğimiz pek çok ananenin anlaşılması için oldukça zor bir durumu ifade ediyor. Değişimde pasif bir güç olarak kalmış Hıristiyanlık kimliğini bir yandan kimliğini kaybederken diğer yandan ise geldiği/yerleştiği Avrupa kültürü ile hemhal olmuştur. Kendisine aykırı herhangi bir örfü kaldırmaya güç yetiremeyen Hıristiyanlığın evriminin hikayesidir bu. Yani batı mı Hıristiyanlaştı, yoksa Hıristiyanlık mı batının elbisesini giydi?
Netice itibariye inançlar ve din kültürlere indirgenemeyecek kadar büyüktür. Nüfuz alanı arayan, bulan inançların motivasyonları, güçleri ve kaynaklarının sağlamlığı karşılaşılan kültürlerle ilişkide temel parametre olarak durmaktadır. Kültürlerin, medeniyetlerin ölmeyeceklerini varsaydığımızda unutulan, terk edilen bir yaşam formunun, bir gün gelip sevgili bir öge olarak karşımıza çıkabileceği de, baskın olanın ötekine derinde tesir ettiğini de bilmek elzemdir.